Sevgili okuyucularım, tüm ulusal bayramları unutturmaya çalışan, kutlamaları bile
yasaklayan bir iktidarla karşı karşıyayız...
26-30 Ağustos arası her yıl Zafer Haftası olarak kutlanırdı.
Bunlar ulusal kavramları unutturmak için yeni bir uygulama başlattı! 26 Ağustos’a bu yıl, 942 yıl önceki Malazgirt savaşını oturttular ve onu kutluyorlar. Zafer Bayramından ise ses yok!
Hani 23 Nisan’ı gündemden düşürmek için o tarihe Kutlu Doğum Haftası yerleştirdiler ya, aynen onun gibi!
Ulusal bayramlarımız zaten çok az.
23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim.
Ellerinden gelse tümünü iptal edecekler de, o kadarı şimdilik sıkmıyor. Sadece yasaklamakla yetiniyorlar.
30 Ağustos (1922) Zafer Bayramının anlamını ve perde arkasını pek çok kişi bilmez. Ege ve Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuyla İnönü ve Sakarya’da kazandığımız
zaferler sonrasında çatışmalar azalmıştı, cephelerde durgunluk vardı.
Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa.
Hani bugünkü sahtekarların, zırtapozların aşağılamaya kalkıştığı iki aslan yürekli adam. Ömürleri cephelerde geçmiş, en ön saflarda vuruşmuş kahramanlar.
Üstelik 30 Ağustos zaferini kazanırken bile Meclis’teki “Muhaliflerle” uğraşmak zorunda kalmışlardı. O muhalifler, işte bugünkü iktidarın ataları idi.

* * *

Türk ordusu düşmana saldıracak ve son darbeyi vurmaya çalışacaktı. Ancak bunun çok gizli tutulması gerekiyordu. Asker bile yeni mevzilerine gece yürüyüşleriyle gidiyordu. Ankara’da kurulan Anadolu Ajansı bir haber geçti:
“Mustafa Kemal Paşa yarın Çankaya’da bir çay ziyafeti verecek.”
Dikkatler oraya çevrilirken Mustafa Kemal Paşa Ankara’dan sessizce ayrılıp Batı Cephesine, Afyon yakınlarına gitti. Saldırı planları hazırdı.

* * *

Türk ordusu mevzilendi, Yunan ordusuyla yerel çatışmalar 13 Ağustos 1922 günü başladı.
Bir süre sonra üstünlüğü ele geçirdik. 26 Ağustos günü Büyük Taarruz başladı.
İşgal altındaki vatan toprakları kurtarılacaktı.
İşte bu aşamada Mustafa Kemal Paşa o ünlü emrini verdi:
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri.”
Uşak, Afyon, Bursa, Aydın, Manisa, her yer adım adım kurtarıldı. Şimdi sırada İzmir vardı.
30 Ağustos günü gerçekleşen meydan muharebesini kazanıp son vuruşu yaptık. Ordularımız İzmir’e yönelmişti. Yürüyüş at sırtında veya yayan yapılıyor, Mehmetçik o sıcakta aç ve susuz, işgal altındaki yanmış ve yıkık beldeleri tek tek kurtarıp İzmir’e doğru ilerliyordu.

* * *

Yunan ordusunun başkomutanı Nikolaos Trikupis, 2 Eylül günü bütün komuta kademesi ve birlikleriyle birlikte teslim oldu. Sonra bu savaş ve teslim olma aşamasını “Hatıralarım” isimli kitabında anlattı. Bir bölümünü okuyalım:
“Piyadelerimiz topçularımızın etrafını sarmış, Türklere ateş açtıkları takdirde kendilerinin de bizim topçulara ateş edeceğini söylemişlerdi. İleri sürdükleri sebep şu idi:
Savaşa Türklerle göğüs göğüse gelindiğinde girilirse Türkler onları esir alır ve hepsini keserdi... Bu suretle son mukavemet (direnme) ümidimiz de sönmüştü.
Küçük birlik komutanlarına askerleriyle birlikte sonuna kadar mukavemet için derhal mevziye girmelerini emrettim. Fakat istisnasız bütün subaylar bana askerlerinin savaşmak istemediğini söylediler.
Mücadelenin boş olduğunu, tarafımdan gösterilecek sabrın, subayların Türklere teslim edilmesinden daha hayırlı olacağını söylediler.
Bu acıklı durumda kalınca büyük bir üzüntüyle top ve makineli tüfeklerin tahrip edilmesini istedim. Bu emir yerine getirildi.
Türk süvarilerinin hatlarımıza yaklaşıp, mukavemet gösterdiğimiz takdirde askerlerimizin
kesileceğini anlayınca, beyaz bayrak çekmek zorunda kaldık.

* * *

Yunan ordusunun başkomutanı General Trikupis teslim olmasını kitabında şöyle anlatıyor:
“Uşak dışında esir olup o zamanki Türk ordusunun kumandanı İsmet Paşa’nın dairesine götürüldüm. O da beni Mustafa Kemal’e götürdü.
Mustafa Kemal’in odasına girdiğim zaman o ayağa kalkarak dostane bir şekilde beni karşıladı ve Fransızca hitap ederek şunları söyledi:
- Unutmayın ki koca Napolyon da esir olmuştu. Siz vazifenizi tam olarak ve sonuna kadar yaptınız. Biz de sizi takdir ediyoruz, size hürmet ediyoruz. Burada esir değil misafirsiniz...
Oradan Ankara’ya, Ankara’dan da Kırşehir’e götürüldük, esaretimiz bir yıl devam etti.
Buraya (esir düşen) diğer generaller ile birçok subay da getirilmişti...”
Trikupis işin ayrıntılarına girmiyor, esir olmasını bu kadar anlatmakla yetiniyor.

* * *

Ama bir de, sonraki yıllarda gazeteci abimiz Hıfzı Topuz’a Atina’da anlattıkları var. O sırada 84 yaşında. Özetliyorum:
“Etrafımız Türkler tarafından çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Beygirim de vurulmuştu. Başka bir ata binerek çemberi yarmak istedim, fayda vermedi. Türklerin içine düşmüştüm, esir oldum...
Bizim Anadolu’da ne işimiz vardı? Ne diye bizi oralara gönderdiler. Şimdi itiraf ediyorum, bizim Anadolu savaşında hiçbir çıkarımız yoktu. Yabancı devletlere alet olduk.
Ben Anadolu’da sizinle dört defa çarpıştım. İnönü, Sakarya, Dumlupınar... Türklerin büyük hazırlık içinde olduğunu fark ediyorduk. Nihayet 26 Ağustos sabahı Türklerin beklenmedik taarruzu ile karşılaştık. Ancak cephenin çökmesine ihtimal vermiyorduk.
En büyük korkumuz İzmir’le haberleşme ve ulaşımın kesilmesiydi. Takviye istedim,
göndermediler. Halbuki karşımızda Mustafa Kemal vardı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Cephe çökmüş ve ordu mağlup olmuştu. Birliklerimiz perişandı. Kimsede
savaşa devam arzusu kalmamıştı. Sağ kalan birlikler dağınık halde İzmir’e kaçmaya çalışıyordu...
Beni (esir olunca) ilk olarak Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın yanına götürdüler. Kendisiyle fazla bir şey konuşmadık. Atatürk beni mert bir askere
yakışır bir şekilde kabul etti. Üzüntü ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi’nin bu sıradaki (Fransızca söylediği) sözlerini hiç unutmayacağım:
- Üzülmeyin general, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız.
Askerlikte mağlup olmak da vardır.
Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük hürmet besliyoruz. Burada misafirimizsiniz. Buyurun istirahat edin, yakında her şey düzelecektir...”

* * *

Yunan ordusu İngiltere’nin maşası olarak 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkmış, sonra içerilere yayılarak tüm Ege bölgesi ile Bursa ve Doğu Trakya’yı işgal etmişti.
30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinde yenildiler, İzmir’e doğru kaçmaya
başladılar. İzmir’e varmayı başaran artıklar limanda bekleyen İngiliz ve Yunan gemilerine binip kaçtılar. Türk ordusu 9 Eylül 1922 günü, zaferden yaklaşık 10 gün sonra İzmir’e girdi, hükümet konağına Türk Bayrağı çekildi... Yıllar süren işgal bitmişti ama Osmanlı’nın başkenti İstanbul halen işgal altındaydı... Şimdi sırada İstanbul’un kurtarılması vardı.

* * *

Sevgili okuyucularım, benim bu ülkede hiçbir zaman içime sinmeyen acı bir gerçek var. 1922 yılında bunlar yaşanır ve vatan kurtarılırken, günümüzde nutuk atanlardan hiçbiri henüz ana rahmine bile düşmemişti.
Onlar tarih bilmez, onlarda Allah korkusu yoktur ama Allah’ın adını o pis ve sırnaşık ağızlarından düşürmezler.
Dünyadan habersiz olan o tipler gün geldi -aynen bugün olduğu gibi- Atatürk ve İnönü’yü aşağılamaya, hatta alay etmeye kalkıştılar. Okul kitaplarından isimlerini çıkardılar.
Oysa o kahramanlar olmasaydı, dağ başlarında kelle koltukta savaşmasaydı şimdi ya hiç doğmamış, ya da çan sesleri altında dua ediyor olacaklardı.
Evet, savaş bitmişti. Kazanmıştık.
Şimdi sırada Mondros ve Sevr anlaşmalarının yırtılıp çöpe atılması, Lozan anlaşmasıyla
egemenliğimizin kazanılması, Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve peş peşe devrimlerin yapılması vardı.
Her şey 30 Ağustos’la başladı.
Yarınki 30 Ağustos Zafer Bayramımız -anlayana (!)- kutlu olsun.