Sevgili okuyucularım, Suriye ile aramızda 910 kilometre ortak sınırımız var. Birkaç yıl öncesine kadar bu sınırda zabıta vakaları olmaz, sadece sıradan kaçakçılık olayları yaşanırdı.
Bir de şimdi olanlara bakınız!
Sınırda insanlık dışı olaylar yaşanıyor.
Türkiye’ye sığınmak isteyen on binlerce kişi sınırda birikti, çoğu içeriye alınmıyor.
Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek Suriye vatandaşları evlerini ve işyerlerini bırakmış, IŞİD gibi insanlık dışı bir İslamcı terör örgütünden kaçıyor.
AKP iktidarı başımıza öyle bir bela açtı ki, inanılır gibi değil.
Şu anda Suriye’den Türkiye’ye kaçmış olan yaklaşık 2.5 milyon kişiyi zaten kamplarda besliyoruz. Kesin rakamlar hiç kimse tarafından bilinmiyor, bu konuda resmi bir açıklama yapılmıyor.
Devletin bütün kaynakları Suriyeli sığınmacılara aktarılıyor.
Kamplarda yaşamayan, ancak Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış olan kaç Suriyeli olduğu da bilinmiyor. Bu rakamın yaklaşık bir milyon olduğu tahmin ediliyor.
Bu zavallı insanların çoğu büyük kentlerde ve kırsal kesimde çadırlarda aç ve çıplak yaşıyor, dilencilik yapıyor, iş bulursa günde 20 liraya inşaatlarda ve tarlalarda çalışıyor.
Bu utanç verici manzaraları gazetelerde ve televizyonlarda her gün izliyoruz.
* * *
Peki bu duruma nasıl geldik? Milyonlarca Suriyeli niçin ülkemize kaçmak zorunda kaldı?
Olay çok basit!
Tayyipgiller iktidarı Suriye’yi durup dururken, sadece ABD’den gelen bir talimatla “Düşman” ilan etti.
Şu gerçeği iyi bilelim, komşu ülkenin başında Hafız Esad varken bize açık düşmanlık sergilemişti. Apo’yu Şam’da beslemiş, koruyup kollamış, Türkiye’ye terör ihraç etmişti. Türk Devleti bu durumda yumruğunu masaya vurmuş, gerekirse Suriye’ye gireceğimiz bütün dünyaya ilan edilmişti.
Üstelik bütün savaş planları hazırdı. Suriye havadan bombalanacak, kara birlikleri sınırdan içeri dalacak, Akdeniz’de donanmamız komşu ülkeyi abluka altına alacaktı.
Bunlar olurken ortalıkta AKP’nin A’sı bile yoktu.
Hafız 2000 yılında ölünce yerine oğlu Beşar Esad geçti ve barışçıl girişimler başlatıldı. Nitekim Tayyip ailesi ile Beşar ailesi dost oldular, birbirlerini ziyaret ettiler, birlikte tatiller yaptılar.
Taaa ki ABD’den Beşar Esad’ı devirme emri gelene kadar...
Ve bizimkiler bu emrin üzerine (ABD’ye hoş görünmek için) balıklama atladılar.
* * *
Suriye’deki Esad rejimi ülkeyi ele geçirmek için silahlanan İslamcı, şeriatçı ve Kürtçü terör örgütlerinin saldırısına uğradı.
İşin acı tarafı şudur:
IŞİD başta olmak üzere Esad’ı devirmek için uğraşan tüm terör örgütlerine Türkiye yardım etti. Onlara para, yiyecek, silah, cephane ve bombalar gönderildi.
Adana’da yakalanan MİT’e ait TIR’lar, Tayyipgiller iktidarı tarafından sürekli inkâr edilen bu gerçeğin somut göstergesi oldu.
* * *
Geçmişte ortak sınırımızın yanı başında -beğenelim veya beğenmeyelim- bir devlet vardı. En ufak bir sorunda iki ülkenin görevlileri, sınır boyundaki vali, kaymakam, komutan ve diğer yetkilileri bir araya gelip sorunu çözerdi.
Şimdi sınırımız boyunca IŞİD, PKK, El Nursa, Hizbullah gibi terör örgütleri var. Kan gövdeyi götürüyor. Milyonlarca insan onlardan kaçıp bize sığınıyor ve kaçan her Suriyeli başımıza bela oluyor.
İktidar şaşkın, ne yapacağını bilemiyor.
Ellerinden gelen bir tek şey var!
Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlara yalvarıp yakarmak, “Bunları besleyecek paramız yok, bize acele yardım gönderin” demek!
* * *
Şimdi bir kez daha soruyorum:
Eski durum mu bizim açımızdan daha iyiydi, yoksa şimdiki sefalet ve rezillik manzaraları mı? Eskiden karşımızda bir muhatap vardı. Suriye Devleti idi ve 2000 yılından sonra Beşar Esad döneminde Türkiye’ye terör ihraç etmemiş, tehditler savurmamış, tehlike yaratmamıştı.
Şimdi sınırımız elden çıktı, terör örgütlerinin eline geçti... Ve muhatap yok!
Hep birlikte, yaşanmakta olan insanlık dramını
izliyoruz.
Yakında yeni bir hükümet kurulacak. Yapması gereken öncelikli işlerden biri, başımıza bu Suriye belasını açan hükümetin yetkililerini Yüce Divan’a göndermek olmalıdır...
Sayelerinde milyarlarca dolar zarara girdik, üstelik dünyaya rezil olduk...
Ama gelin görün ki, ülkesi harabeye dönen Beşar Esad yerinde duruyor.
Ayıptır be, bu nasıl bir dış politikadır, nasıl bir kepazeliktir?

Danışman bey kitap yazmış!

Sevgili okuyucularım, Bay Abdullah Gül’ün Çankaya’da uzun yıllar birlikte çalıştığı danışmanı bir kitap yazmış, Abdullah’ı aklamaya kalkışıyor...
Ve belli ki yazdıktan sonra kendisine okutup bazı yerleri eklemiş, bazı yerleri çıkarmış.
Aman efendim ne kadar ciddi, anlayışlı, ileriyi gören, sorumluluk sahibi bir devlet adamıymış!.. Üzerine düşen bütün görevleri fazlasıyla yerine getirmiş.
Yağlama yıkama kitabını okumadım, okumaya da hiç niyetim yok. Bunları kitap satışından danışman daha çok para kazansın diye yazıyorum. Reklamın iyisi kötüsü olmaz!
Abdullah Çankaya’da oturduğu yıllar boyunca Tayyip’in otomatik imza makinesi olarak görev yaptı, borç senetleri hariç önüne ne geldiyse gözü kapalı imzaladı.
Bir gün olsun bir eleştirisini, çıkışını falan görmedik ve duymadık.
O da göreve başlarken namusu ve şerefi üzerine tarafsızlık yemini etmişti ama yeminini her gün çiğnedi, milletin değil AKP’nin cumhurbaşkanı olarak görev
yaptı.
Danışman tarafından danışıklı dövüş yazılan kitapta anlatılan masallara bizim karnımız tok.
Bay Abdullah Gül şimdi saf dışı bırakılıp partisinden dışlanınca, umudunu böyle masallara bağlamış. Cumhurbaşkanlığı süresi bitince devletin Huber Köşkü’ne niçin yerleşip aylar boyu orada yaşadığını da günün birinde belki anlatır, öğreniriz!

Tayyip’in davaları

Başta biz gazeteciler olmak üzere herkes için bol kepçe “Cumhurbaşkanına hakaret davaları” açılıyor. Benim için Tayyip’in şikayetleri üzerine başlatılan soruşturmaların ve açılan davaların sayısı 20’ye yaklaştı.
Tamamı hapis istemli ceza davası.
Amaç gazetecileri hapisle korkutup üzerlerinde baskı kurmak, yazı yazamaz duruma getirmek.
Bugüne kadar sessiz kaldım ama öyle davalar açılıyor ki, yarın sessizliğimi bozuyorum... Çünkü hukuk ve adaletin nasıl kullanıldığını artık herkesin bilmesi gerekiyor.
İlk örnek yarın!..
Lütfen yarınki yazımı mutlaka okuyunuz, başkalarına da okutunuz.
Hukukçu olmanıza gerek yok, çok şaşıracaksınız.
Özellikle Batı dünyasının, basın örgütlerinin ve uluslararası kuruluşların da bu gerçekleri çok daha iyi görmesi ve bilmesi gerekiyor.