Ahmet Hakan’a kim saldırdı?



Richard Nixon nefret ettiği gazeteciyi
ölümüne korkutmak istiyordu.

Beyaz Saray’ın tam karşı sokağındaki Hay Adams Oteli’nde o gece iki kişi bir köşe yazarını ortadan kaldırmayı planlıyordu. Jack Anderson, pek çokları için soruşturmacı gazeteciliğin babalarından biri olarak biliniyor. Bugün adını pek hatırlayan yok ama, 1950’den 1970’lere ABD’de yaklaşık bin ayrı gazetede yayımlanan köşesi 40 milyona yakın okura ulaşa bir gazeteciydi. Kariyerinde 100 bin köşe yazısı var.
Anderson’ın özelliği 750 kelimelik “Washington Atlı Karıncası” sütununda başkentin skandallarını yalın ve anlaşılabilir bir dille okura aktarmasıydı. Yer yer tartışmalı da olsa kendisine sızdırılan bilgiler ve yayımladığı belgelerle iktidar odaklarını tehdit eden, sarsan bir konuma ulaşmıştı.
Richard Nixon onu hiç sevmedi. Jack Anderson seçimden hemen önce Nixon ve ailesinin milyarder Howard Hughes’dan 205 bin dolar aldığını belgelemişti. O seçimi Kennedy’ye kaybeden Nixon bir daha asla Anderson’ı affetmedi.
Hatta Anderson’ın kendisiyle ilgili sistematik yazılarından dolayı basına yönelik paranoyası ve nefreti arttı.
Gazeteci Jack Anderson suikast planını bir sene sonra öğrendi.

FBI’ın başındaki J. Edgar Hoover da Jack Anderson’dan nefret ediyordu. Onun için kullandığı tanımlardan bazıları “sıçan”, “kirli bir köpek”, “leş kargası”ydı.
Anderson’ın ortaya çıkardığı skandallardan biri CIA’in Fidel Castro’yu öldürmek için mafyayla anlaştığıydı. Haberi sızdıran tetikçi mafya tarafından infaz edildi.
ABD’nin Pakistan’ı gizlice silahlandırdığını da ilk duyuran Anderson oldu.
Devlet her türlü yöntemi deniyor ama bir türlü Anderson’ı durduramıyordu. Bir seferinde CIA peşine ajanlarını takmış, haber kaynaklarıyla buluşmasını belgelemeye çalışmış, her adımını takip etmişti. Bunu fark eden ve inançlı bir Mormon olan Anderson dokuz çocuğunu ajanların üzerine yollamış, çocukları arabaların lastiğini indirmiş, o da uzaktan kahkahalarla olan biteni izlemişti.
Richard Nixon teknolojiyle meraklıydı ve Oval Ovis’teki bütün konuşmalarını kaydediyordu. O konuşmaların birinde “Gerçekten neler olduğunu biliyor, bildikleri şeyler bana göre yazılmaması gereken şeyler... Onu bir şekilde ölümüne korkutabilir miyiz? Öyle bir korksun ki bir daha şunu yapacağım, bunu yazacağım demesin. Belki hakkında bir suç dosyası var denebilir... Yani o.. çocuğunu ölümüne korkutmak istiyorum” diyordu...
Jack Anderson’ın itibarını zedelemek için her şeyi denediler. Eşcinsel olduğu yalanı yayıldı... Radyo programına sarhoş çıktığını söylediler... Ama Anderson o kadar güçlüydü ki yıkamadılar. Sonunda, 1972 yılının Mart ayında onu yok etmenin tek bir yolu kalmıştı.
Öldürmek!
İçkisine siyanür atmayı düşündüler; oysa Anderson dini inançlarından dolayı içki içmiyordu. Asprin kutusuna LSD koymayı ya da bir otomobil kazası tezgahlamayı planladılar...
Sonunda otel odasındaki iki adamdan biri darp sürü verip boğazını kesmeyi önerdi.
Birinin adı E. Howard Hunt, diğerinin adı G. Gordon Liddy’di. 1972’nin Mart ayındaki suikast planından bir kaç ay sonra bütün dünya adlarını tanıyacaktı.
Nixon’ın emriyle Watergate’e sızan tetikçilerdi. O günden sonra dünyanın kaderi değişecekti...
Anderson hakkında suikast planlandığını ancak bir sene sonra Watergate’i ortaya çıkaran gazetecilerden Bob Woodward’ın haberinden öğrenecekti. Bundan büyük keyif alıp Washington sokaklarında üzerinde “Jack Anderson Yaşıyor” yazan tişörtle dolaşacaktı.
Ahmet Hakan’a büyük geçmiş olsun.
(Bu yazıdaki bilgileri Mark Feldstein’ın “Poisoning the Press” kitabından aldım.)

Para trafiğinin belgesi

Alan memnun veren memnun




TÜRGEV yönetim kurulunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (sağda) oğlu Bilal’de (solda) var.

Önceki gün gazeteci arkadaşım Yiğit Karaahmet’le tamamen spontane bir şekilde, dünyanın iki ayrı kıtasında oturduğumuz yerden can sıkıntısından Twitter’da top çevirmeye başladık. Yeni Akit’in ikimizle rahatsız edici derecede ilgili yazarı Ersoy Dede var, sanırım boyunun ölçüsünü almıştır.
Detaylarına girmeme gerek yok, ama biz Yiğit’le dalga geçerken takipçilerden biri Ersoy Dede’nin aşk hayatına dair bir bilgi paylaştı. Hemen sorduk: Doğru mu diye?
İslamcı gazetecinin aşk hayatından daha güzel ne konu olabilir.
“Bu iftirayı atan kişi tazminat ödedi, ben de tazminatı TÜRGEV’e bağışladım” yanıtını verdi Dede.
Bence bu dönemin, hatta AKP döneminin para trafiğine dair en net itiraftı bu. Hem de birinci ağızdan.
Hepimiz biliyoruz ki medyada para kazanmanın ölçüsü iktidarı övmekten geliyor. Erdoğan’a ne kadar çok tapınırsanız cüzdanınız o kadar çok doluyor. Mesela Mehmet Barlas gibi yanak okşamanın fiyatı 900 bin TL transfer parası.
Bazıları ucuz olduğu için birkaç bin TL’ye televizyon programıyla bağlanıyor.
Kısacası, iktidara yakın olmak kazandırıyor.
Ama baksanıza, bir kısım yandaş da TÜRGEV’e bağış yapıyor. Bir tür kısır döngü adeta. Belki de bir vefa borcu, ya da kim bilir, bir zorunluluk.

İkiz Kuleler’in arasında yürüdüm

Bu teknoloji dünyayı değiştirecek




Tehlikeli Yürüyüş filmi İkiz Kuleleri’nin arasında kablo üzerinde yürüyen Philip Petit’nin hikayesi.

Hemen her teknoloji için dünyayı değiştirecek deniyor ama bu gerçekten bir devrim. Önceki gün New York’ta Play Station’ın önümüzdeki sene piyasaya çıkması beklenen Virtual Reality (Sanal Gerçeklik) başlığını deneme şansı buldum.
Aslında önümüzdeki hafta bu sayfalarda okuyacağınız “The Walk” (Tehlikeli Yürüyüş) filminin yönetmeni Robert Zemeckis ve Joseph Gordon-Levitt’le röportaj yapmaktı tek niyetim. Ama bir sürpriz daha beni bekliyordu.
Ayrı bir odaya aldılar, kafama dev bir gözlük ve kulaklık geçirdiler ve bir anda kendimi İkiz Kuleler’in tepesinde buldum. Uyduruk bir grafik animasyonunun değil, ciddi ciddi gerçekten kulelerin tepesinde sanki! Rüzgar sesi geliyor, kafamı nereye çevirsem gerçekten şehri görüyordum.
Bir saniye içinde bunun gerçek olmadığını unuttum ve tedirgin olmaya başladım. Bacaklarım titremeye, dengemi kaybetmeye ve korkmaya başladım. Düşecektim neredeyse.
Yürüyüşü tamamlamışım meğerse, ben binanın kenarında kaldım zannediyordum.
Önümüzdeki sene sadece herkes “Virtual Reality” savaşlarından bahsediyor olacak. Zira Sony epeydir üzerinde çalıştığı VR setini Play Station 4’le birlikte piyasaya sunmaya hazırlanıyor. Taktığınız kulaklık ve gözlüklerle gerçekten oyunun bir parçası haline gelip, yaşıyorsunuz. Benim tıpkı İkiz Kuleler arasında yürüdüğüm gibi. Bu kadar gerçekçi olacağını tahmin etmezdim.
Sony bu pazarda yalnız değil. Facebook yakın zamanda satın aldığı kendi VR seti Occulus Rift’i de önümüzdeki sene piyasaya çıkaracak. Mark Zuckerberg sanal gerçeklik setlerinin sadece oyun için değil, uzun vadede herkesi birleştirmek, iletişimin arasındaki bütün coğrafi engelleri kaldırmak için de kullanılacağını düşünüyor. Mesela, uzaktaki biriyle yan yanaymış hissi...
Uzun yıllar görüntülü konuşmaya direnirdik, bunun asla olmayacağını, insanların telefonda kendilerini göstermek istemediği için konuşmayı sevdiğini düşünürdük. Oysa şimdi hemen her gün Skype ya da FaceTime’la bütün işlerimizi hallediyoruz. Ben hiç görmeden ev bile buldum böylece.
Bu yüzden oyundan öte bir iletişim aracı olarak VR bana uzak ihtimal gelmiyor.
Tabii PS4 gözlüklerini çıkana kadar benim yaşadığım gibi bir yürüyüş tecrübesinin şimdilik tek yolu dünyayla aynı anda cuma günü vizyona girecek “The Walk”ı sinemada izlemek.
Not: Yürüyüş tecrübemin video’sunu Facebook sayfamdan izleyebilirsiniz.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.