Zorlama kelimesinin ne anlama geldiğini yıllar önce Nişantaşı’ndaki ev partisinde gördüm. İstanbul’da elit bir ev davetinde misafirler kendi aralarında daha çok Fransızca konuşurken bir yandan da tepsilerden küçük kürdanlara batırıp saucisson’ları mideye indiriyorlardı. Osmanlı’nın çöküş günlerinden günümüze ışınlanmış bir manzaraydı sadece.
Açık büfedeki sınırlı mönüde dev bir kâsede muazzam bir salata ve fırından yeni çıkmış ve Fransa’dan getirilen dev bir domuz jambonu vardı.
Tuhafıma gitmesi tuhaf mı?
İstanbul’da, kağıt üzerinde de olsa çoğunluğu Müslüman davetlilerin olduğu bir ev partisinde sadece domuz servis edilmesi bana dayatma gibi gelmişti.
Ertesi gün, kalanları yemek için yine davet edilen “şanslı” azınlıktandım. Bu sefer açık büfede değil, masanın etrafında toplanmıştık.
Koca ‘jamon’ geldi masanın ortasına yerleşti. Ev sahibi “Almaz mısınız” dedikçe konuklar salatayla yetineceklerini, karınlarının tok olduğunu söylediler. Kimse fiyakasını bozmak, bu elit ortamda ‘domuz yemez’ görünmek istemiyordu tabii ki.
Dini bağlarımız ne kadar zayıf olsa da hepimiz Türkiye’de büyüdük sonuçta...
Domuz etine karşı her şeyden önce psikolojik bir engelimiz var. Domuz yemek ya da yememek sınıfsal bir mesele değil halbuki.
Benim bunu aşmam yıllarımı aldı, hâlâ da aştığımı zannetmiyorum. Bir lokantaya gittiğimde öncelikli olarak hiç domuz ısmarladığımı hatırlamıyorum.
Ama domuz etinin dini ve psikolojik aidiyetinin ötesinde bir de gastronomik değeri var. Domuz etinin yağlı yapısı salam-sosis gibi ürünlerin lezzetini zenginleştiriyor, bacon veya pancetta‘nın çıtırlığı ve yağı fırındaki bütün bir tavuğu muazzam hale getiriyor.
Önceki gün metroda 90’lı yıllarda hip-hop’un çehresini değiştiren A Tribe Called Quest grubunun “Ham N Cheese” şarkısını dinledim tesadüfen. Müslüman üyelerden oluşan Tribe “Kahvaltıda jambon ve yumurta yemiyorum, çünkü kolesterolü çok yüksek” diyor.
Tam da Almanya’daki kahvaltı tabağında üç dilim bacon (domuz pastırması) bulunan Selahattin Demirtaş haberine denk düştü; gülümsedim.
ATCQ şarkıda ironi yapıyordu, Demirtaş’ın tabağındaki üç dilim bacon ise Frankfurter Allgemeine Zeitung yazarı için Türkiye’de AKP’nin dini siyasete alet etmesine itiraz eden bir muhalif liderinin portresini tamamlama işlevi görüyordu.
İlk önce HDP’nin siyasi amatörlüğüne bağladım bu iş kazasını. Profesyonel bir ekibi olsa Demirtaş gibi yıldızı parlayan bir liderin her adımını, çorabından kemerine saçının telinden tabağındaki yiyeceklere kadar kontrol ederdi. HDP, siyaset işine daha yeni girmiş gibi biraz. Hafif imece usulüyle, büyük beyin takımı olmadan kampanya yapıyor.
Profesyonel bir beyin takımı dindar Kürt seçmende tepki toplayan ve AKP’nin köylerde ‘Dininizi elinizden alacaklar’ diye propaganda yapmasına fırsat veren “Diyanet’i kaldıracağız” açıklamasını da engellerdi.
Ama sonradan fikrim değişti. Belki tabaktaki domuz açık büfeden yanlışlıkla alınmış ve hiç yenmemişti. Belki de yenmişti. Kime ne... Sahiden kime ne?
Oysa tüm dünyada robotlaştırılmış ve rol yapan liderlere o kadar şartlandık ki alıştığımız ezberleri, stratejileri takip etmeyen biri çıkınca yadırgamaya başlıyoruz sanırım. Demirtaş, kendi gibi davranan biri.
Demirtaş diyanet ve domuz tartışmalarından zararlı çıkacak. Çünkü elimizdeki seçmen malzemesi bu: Gerçekten bu adamın dini yok edeceğine inananlar vardır.
Ama bir yandan da eskiden deprem yaratacak olan bazı şeyler artık hiç kimseyi etkilemiyor. MHP’lileri seks kasetiyle siyasetin dışına itmeye çalıştılar, ters tepti. Meral Akşener’in seks kaseti olduğunu iddia ettiler, bu Akşener’i büyüttü, etrafında kenetlenildi. Artık hiç kimseye eşcinsel demek bir hakaret anlamına gelmiyor.
Elimizdeki son tabu din: Bir gün Türkiye dini manipülasyon malzemesi haline getirenleri de aşacaktır. Bir gün seçmen Allah’la kul arasını bozmaya Demirtaş’ın gücünün yetmeyeceğini, dinin garantisinin de Erdoğan olmadığını, bunun Erdoğan’ın bile boyunu aşacağını öğrenecektir.
Bir köşe yazarının domuz yediğini yazması da bir ‘yemek yazısı’ olarak okunacaktır sadece.

Faili bir gazeteci

Erdoğan’ın uçağında domuz eti

Başbakan olduğu yıllarda her zaman olduğu gibi kendisine yakın gazetecilerle seyahate çıkan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir İspanya seferindeki heyette o zamanlar Radikal’in başında olan İsmet Berkan da vardı.
Midesine epey düşkün olan şimdinin Hürriyet yazarı Berkan dönüş yolunda İspanya’da yiyecek-içecek alışverişine çıktı.
İspanya’nın bütün kentlerinde ülke mutfağının en nadide yiyeceklerinin ‘jamon İberico’nun satıldığı özel mağazalar var. Bu domuz jambonu ‘müzelerinde’ asılı etler yıllarına göre fiyatlandırılır. Tıpkı şarap gibi eskidikçe değeri artar. Jambon deyip geçmeyin epey yüksek bir fiyattan bahsediyoruz.
Dahası, epey de büyük bu jamon‘lar. İsteseniz bile yolcu uçağıyla taşımak, kabine sokmak mümkün değil.
Liderlerin uçakları gümrük kontrolüne girmeden ülkelere giriş-çıkış yaptıkları için İsmet Berkan da fırsat bu fırsattır deyip koca jamon İberico‘yu Başbakan’ın uçağıyla Türkiye’ye getirdi.
Ona yardımcı olanlardan biri de Erdoğan’ın o zamanki basın danışmanı Ahmet Tezcan’dı. Bütün bunları nerden mi biliyorum?
İsmet Berkan’la Ahmet Tezcan’ın yıllar önce Twitter’daki karşılıklı geyik muhabbetlerinden.
Gezi sonrası hesabını kapatmasaydı Berkan’ın bu yazışmaları fav’larım arasındaydı.

Kibariye’nin annesini unutmadınız

Muhabire dikkat

Kim tahmin edebilirdi ki büyük anchorman’ler çeşitli sebeplerden ekranın dışında kalmak zorunda bırakılınca birinciliğe Fox TV’den Fatih Portakal yükselecek.
Şimdi herkes haberleri Fatih Portakal’dan alıyor. Hem muhalif tavrı, hem de heyecanlı sunumu ilgi çekiyor.
İlk başlarda çoğumuz “Ya bu adam da nereden çıktı televizyon haberlerinin zirvesine yerleşti” yapmadı mı?
Oysa Fatih Portakal’da bu potansiyel çok önceden vardı. Neyin konuşulacağını, izleneceğini sezerdi.
Özel televizyon tarihinin en ikonik haberlerinden birinde Fatih Portakal’ın imzası var mesela.
Kibariye’nin annesi Makbule Tokmak’ın şarkıcının eski kocasının arkasından “Şöfer Tünay” diye bağırdığı görüntülerden bahsediyorum. Hangimiz bu haberi izlemedik ki? Makbule Tokmak bu sayede bir popüler kültür kahramanına dönüşmedi mi?
İşte o haberi yapan Fatih Portakal’dı...
O zamanki Star Haber’in Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Güldemir kağıt üzerinde Kibariye’nin annesi haberini görünce önce burun kıvırmıştı, görüntüleri izlediğinde ise bunun bir klasik olacağını biliyordu. Defalarca yayınladı. Ve Fatih Portakal’ın ekrandaki önü de böylece açıldı.

İstanbul’dan alışveriş notları

İstanbul bir anda dünyanın en gözde alışveriş şehirlerinden birine dönüştü. Dolar ve Euro artıp geçen sezonun malları Türk Lirası’yla satılmaya başlanınca birden büyük markalar New York, Paris, Londra’dan çok daha ucuza gelmeye başladı.
Givenchy, Balmain gibi çok gözde markaların sınırlı sayıda ürettikleri bazı kıyafetler var. Batı başkentlerinde daha askıyı görmeden büyük bir hip-hop’çunun ya da film yıldızının özel temsilcisi tarafından satın alınıyor, hayranlar almak istiyor ama ulaşamıyor. Binlerce dolara bir t-shirt mesela... Parayı vermeye razı olan var diyelim, bulamıyor... Türkiye’deki zenginler ise bu nadir parçaların kıymetini bilmediğinden Beymen’de asılı duruyor. Ebay’de üç-dört katına satılacak giysiler büyük ihtimalle bu yaz İstanbul’da yüzde 70 indirime girecek.
Türkiye’de her şey var ama hizmet sektörü yerlerde. Lokantalarda siparişiniz niye mi hep yanlış geliyor? Yazmasına rağmen garsonlar neden yanlış yemek getirip yanlış kişinin önüne koyuyor? Çünkü böyle bir kültürümüz yok. Böyle bir kültür olmadığı için de dünyada satıcılarıyla meşhur Prada bizde rezillik boyutunda çalışanları işe almış. Yüzlerinden düşen bin parça, bir merhaba demekten acizler, bir ürünü getirmekten, ayırmaktan anlamadıkları ortada. Dahası, satmaya niyetleri yok. Oysa Prada’nın en büyük özelliği ürünler kadar çalışanlarının hep güzel/yakışıklı olması hem de sizi istemeyeceğiniz bir şeyi bile satın almaya ikna edebilecek kadar başarılı olmaları. Milano’da da böyle, Tokyo’da da... Sadece İstanbul’da değil. Bir başka mağaza çalışanıyla konu açıldı: Meğer “herkes” İstanbul’daki Prada mağazalarından şikayetçiymiş.
Brooklyn’de Air Jordan ayakkabılar için insanlar saatlerce kuyrukta bekliyor, gerekirse birbirlerini dövüyor. İnternet’te bir dolu viral video var Jordan kavgalarıyla ilgili. Zaten yeni çıkan bir Jordan modelini almak da mümkün değil, anında bitiyor. Sonradan başka yerlerde iki-üç katı fiyatına satılıyor. LA ve NY’taki spor ayakkabı mağazası Flight Club’da bir müze objesi gibi sergileniyor bu Jordan modelleri. Bizde ise İstinye Park’taki Footlocker’da hiç kıymeti bilinmeden öylece duruyor. Alıp, getirip, bavul ticari yapsam yeridir.

Bir kız ve domuzu

New York’ta “Benekli domuz” anlamına gelen Spotted Pig‘in Michelin yıldızlı şefi April Bloomfield kitabına da ‘Bir kız ve domuzu’ adını vermişti. İngiliz kökenli Bloomfield domuzu en sık kullanan şeflerin başında geliyor.
Lokantalarının birinde pane domuz kulağı sunuyordu. İyi yemek olsun da hemen her şeyi en azından bir kere denemekten yanayım. Kauçuğu andıran dokudaki bu kulağı tatmadıysanız hiçbir şey kaçırmadığınızı söyleyebilirim.