Herkes kapıda bekliyor ben içeriden bildiriyorum

Hani “Herkes orada” diye bir tabir var ya, işte Soho House tam da bunun karşılığı. Ama o ‘herkes’i biraz açmak gerek: Yılda 1300-1800 Euro’yu cebinden ödeyebilecek ayrıcalıklı sınıflar ve onların arkadaşları.
İstanbul gece hayatında 90’ların sonundan 2000’lerin başlarına kadar tek-tük mekan vardı. Mesela Nu Pera ve Safran... Buralara girmek için kapıdaki yığılma bana hep savaştan kaçmaya çalışan göçmen görüntüsünü andırırdı. Kapıdaki bir görevli de “Önce çocuklar ve kadınlar” misali birilerini adeta özgürlüğüne kavuştururdu. Soho House bu süreci üyelikle, başvuru formlarıyla, referans mektuplarıyla çözmüş. İşin ironik tarafı: Kapıda hâlâ yığılma var.
1996 yılında Antalya Altın Portakal’da “Mum Kokulu Kadınlar” filmiyle Altın Portakal ödülünü alan genç bir oyuncu bir anda Türkiye’nin gündemine gelmişti. Ve o günden beri de hiç unutulmadı, hiç gündemden inmedi. Hande Ataizi’nin şimdi dünyalar güzeli bir oğlu, başarılı bir gazeteci eşi var... Ve güzelliğinden, yeteneğinden hiçbir şey kaybetmedi... Aynı yıl İstanbul’da geceleri Roxy’e gidilirdi; rock müzik patlama yapmak üzereydi ve elinde gitarıyla bir genç adam “Işıklar kapanınca seninle kim kalacak” diyerek dikkat çekmişti. İki sene sonra önce “Gemiler” cover’ıyla, sonra da özgürlüğü seçmek, başka vücutlar sevmek, bir şehri tam kalbinden vurup gitmekten bahsederek bir anda kendisi gibi yüz binlerce gencin kahramanı, tercümanı, sözcüsü oldu. Teoman şimdi 47 yaşında... Soho House’ta Hande Ataizi’yi, bir başka gece de Teoman’ı görünce düşündüm: 90’lar Türkiye’de çok güzel geçti, belki de son yaratıcı, en son özgür olduğumuz dönemdi. O dönemin star’ları da bir başka bence. Her şey bir yana, hâlâ star’lara özgü parıltıları var.
90’larda kendinden en çok söz ettiren moda tasarımcılarından Bahar Korçan artık bayağı bir duayen... 2000’lerin başında New York’taki moda eğitimi tamamlayarak İstanbul’a gelen Ece Sükan artık bayağı bayağı bir moda ikonu oldu. 2000’lerde en gözde genç kız olan Derin Mermerci şimdi hamile ve yıllardır aradığı aşkı buldu. Eşi Cem Aydın kapısını tutacak kadar hayran ona.... Ortamı anladınız: Herkesin bir geçmişi var, herkes bir şekilde birbirini tanıyor, herkes ilerlemiş ve şimdi ayrıcalıklı bir kulüpte buluşuyorlar... Herkes “Aaa sen de mi buradasın” diye birbirine kavuşuyor. Sanki son 10-12 yıllık karanlık dönemde herkes yeraltındaydı ve şimdi yeniden bir araya gelmiş gibi.
Mekan üç kat, ilk giriş katı neredeyse bir otel lobisi gibi... Girişin üstünde kocaman bir bar ve ayrı ayrı birkaç oda var. Barın karşısındaki masalardan birine kurulmak herkesi görmeye elverişli... En üst katta da bir gece kulübü var. Perşembe geceleri hip-hop çalıyorlarmış, ben duymadım... Cuma günü yine hip-hop çaldıklarını iddia ediyorlardı, Diana Ross’tan “I’m Coming Out” çaldılar.
Telefonla konuşmak, fotoğraf çekmek yasak... Bu da insana tıpkı 90’lardaki gibi bir rahatlık veriyor. Geçenlerde New York Magazine’de George Michael’ın cep telefonu ve dolaptan çıkmadan önceki devrinde bir gece kulübüne gidip gay arkadaşlarıyla sabaha kadar dans ettiğine dair bir yazı okudum. O gecenin hiçbir kanıtı yok çünkü o yıllarda “selfie” yoktu. Mahremiyet adına çok şey kaybettik teknolojiye, ama belki yasaklarla geri kazanabiliriz. Bir geceliğine İstanbul’a gelen Gerard Butler bu yüzden üçüncü katta rahat rahat eğlenebiliyordu.
Türkler ışık sorununu çözemiyorlar, bakın bütün gösterişli mekanlara, hep bu konuda bir sorun var. İstanbul’da ilk defa kusursuz ışık yapan bir mekan gördüm: Soho House. Ne aydınlık ne karanlık. Yormuyor, parlamıyor... Tasarımın en önemli özelliği ışık işte. Çünkü baştan sona yabancılar yapmış... Keşke camdan bakınca Elan Otel’in o kokunç neon tabelasını görmeyebilseydik.
Eksiler: Yemekler vasat. Biraz uyumsuz bir mönü var. Ana yemeklerden biri mac & cheese, başlangıçlarda lahmacun var... Tatlar çok standart, hiçbir sofistikasyon yok. Bana biraz havalimanı yemeklerini anımsattı... Mandolin diye bir teras lokantası var, en ucu bile balık kokuyordu. Havalandırmayı çözememişler... Garsonlar yazmadan sipariş alıyor ve alışık olmadıkları için unutuyorlar... Bu kadar ayrıcalıklı bir kulübün hemen önüne İzzet Çapa mekan açıyor, şimdi İzzet Çapa ve müşterilerinin avamlığıyla Soho House’un seçiciliği nasıl geçinecek merak ediyorum.
Soho House’ta Yeni Türkiye, AKP zenginleri yok, varsa da baskın, görünür değiller. Bu aralar artı 1 olmak çok moda: Kulübe üye olmayanlar başkalarının misafiri olarak giriyorlar ve hemen itiraf ediyorlar “Ben X’in artı 1’iyim diye.” Her üye üç misafir sokabiliyor, biraz fazla mı acaba?

Hiç güleceğim yoktu


Bir EÜT dedikodusu

Ulusalcılar Emine Ülker Tarhan’ı bir kahraman olarak görüyordu, ama o sadece bir karikatür olmayı başardı... Mesela kendisine milletvekilliği öneren partilere “Gelin bize katılın” diyor... Peki Anadolu Partisi bir tabeladan ibaret değil mi?
Son duyduğum ise en komiği...
Emine Ülker Tarhan bu seçimde Anadolu Partisi’nin performansına bakıp siyasi geleceği hakkında karar verecekmiş... Tamam mı devam mı...
Eğer başarısız olursa kızıyla hayvan barınağı açacakmış!

Clinton gelir AKP biter...mi?


Brooklyn’den başkan çıkacak

Artık bir marka olan Brooklyn’in bütün dünyada birtakım çağrışımları var: Yaratıcılık, gençlik, havalı olmak, hipster’lık falan gibi... Öyle ya da böyle üzerinde Brooklyn yazan t-shirt’leri Esenler’deki gençler de giyiyor... Hillary Clinton’ın başkanlık yarışına girerken kampanya merkezi olarak Brooklyn’i seçmesi boşuna değil: Bir dalgayı yakalıyor.
Başkan adayı olduğunu açıkladığı reklam filminde tam 90 saniye sonra görünüyor. Kampanyayı kendi üzerinden değil de, Amerikalılar üzerinden götürüyor. “Every American” yani herkes değil, “Everyday Americans” yani sıradan insanlar vurgusu yapıyor. Kucaklıyor. Günümüzde sıradan Amerikalının da tanımı daha kapsayıcı: Bu yüzden de reklam filminde eşcinsel çiftler de var.
O “şey” neyse çok az insanda var: Michael Jackson, Elvis, Madonna, Marilyn Monroe, Marlon Brando... Sadece yıldız büyüsünden bahsetmiyorum, başka türlü bir çekim o “şey.” Bir odaya en sıradan halleriyle girdiklerinde bütün kafaları döndürüp baktıracak bir çekim gücü... 11 Eylül’ün yıldönümünde New York’ta Hillary Clinton’la aynı binanın lobisindeydim. Üzerinde Amerikan bayrağı mavisindeki tayyörü vardı ve dimdik duruşuyla etrafına adeta bir ışık saçıyordu. Bill Clinton herhalde dünyanın en iyi politikacısı, eşi de büyük bir çekim gücü.
Hillary Clinton’ın en büyük eksikliklerinden birinin fazla soğuk, fazla tepeden bakan, fazla elit olduğu söyleniyor. Bir röportajda konuşma ücreti olarak 200 bin dolar almasını eleştiren Diane Sawyer’a “İnanır mısınız, Beyaz Saray’dan ayrıldığımızda Bill de ben de beş kuruşsuzduk” demesi tepki çekmişti. Şimdi gibi halkla ilişkiler facialarını önlemek için özel bir ekiple çalışıyor ve sıradan Amerikalılara daha yakın olması için bir strateji belirleniyor. “Everyday Americans” vurgusu boşuna değil.
Resmi e-mail yerine kendi adresini kullanması Hillary Clinton’ı vurmayacak ama Demokrat Parti’de karşısına -muhtemelen- aday çıkmayacağı için basın sürekli ona saldıracak. Oysa Cumhuriyetçiler’de birden fazla aday olacak ve basının hedefi de eşit oranda dağılacak.
Hillary Clinton Türkiye’yi çok iyi tanıyor. Ahmet Davutoğlu’nu da, Tayyip Erdoğan’ı da biliyor. Amerikalıların küçük bir ülkeyi kurtarmak gibi bir misyonları yok, pragmatik bir dış politika izleyecekler. İşlerine geldikleriyle çalışmaya devam edecekler, güç kimdeyse... Türkiye (yani AKP) isteklerini yaptığı sürece itiraz etmeyecekler. Ancak Amerikan devleti belli kompartmanlardan oluşuyor. Beyaz Saray, Dışişleri, Pentagon, CIA, FBI birbirinden bağımsız kurumlar ve yer yer çatışıyorlar. Bizdeki gibi “Benim Dışişleri Bakanım” durumu yok. Clinton’ın Dışişleri Bakanlığı döneminde yer yer Beyaz Saray’la Türkiye konusunda anlaşmazlıklar oldu. Basın özgürlüğüyle ilgili problemlerde ilk Clinton itiraz etti ve Türkiye’yi önerdi. Obama önceleri Erdoğan ve ekibine daha sempatik bakıyordu, Clinton’da hep biraz kuşku vardı. Bir aralar Davutoğlu ve Erdoğan ABD’yle işleri bakanlığı bypass edip Beyaz Saray üzerinden yürütmeye başladı... Ama şimdi Türkiye’nin kodlarını çok iyi bilen bir Clinton yönetiminde dünyanın süper gücü Türkiye’deki iktidar her istediğini yapmasına izin vermeyecek. AKP zaten gerileme dönemine girdi; Clinton bizim için bir şans. Tabii seçilirse.