Sevgili okurlarım,
Mezhep çatışmalarıyla kan gölüne çevrilen Ortadoğu’daki güç dengelerini etkileyecek iki tarihi gelişmeyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Bunlardan birincisi, İran’ın, ABD dahil, BM Güvenlik Konseyi üyeleri ve Almanya ile imzalamış olduğu nükleer çerçeve anlaşması... İkincisi ise bugüne kadar felçli bir görünüm yansıtan Arap devletlerinin güç birliğine giderek, Ortadoğu olaylarına aktif müdahalede bulunmaya karar vermeleri.
Nitekim, Yemen’de isyancı Şii mezhebinden Husi güçler, başkent Sana’yı kontrolleri altına aldıktan sonra ülkenin güneyine sarkıp, stratejik Aden Limanı’nı da ele geçirecek konuma gelince, Suudi Arabistan önderliğindeki 10 ülkeden oluşan Arap Devletleri Koalisyonu, 150 uçağın katıldığı “Kararlı Fırtına” adlı bir hava harekatıyla Sana’yı bombardımana başladı.
ABD’nin de desteklediğini açıkladığı bu askeri müdahaleye gerekçe olarak, Devlet Başkanı Mansur Hadi’nin başında bulunduğu meşru hükümetin İran’dan aldığı destekle Husiler tarafından alaşağı edilmesi gösteriliyor. Batı basını, çok fakir bir ülke olan Yemen’in stratejik önemine işaret ediyor ve bu ülkedeki mezhep savaşının İran’la Suudi Arabistan’ı karşı karşıya getirerek, tüm Ortadoğu coğrafyasını etkisi altına alma eğilimi gösterdiğini vurguluyor.
Bugüne kadar öngörüleri daima doğru çıkan Emekli Büyükelçi, bilge diplomat Sayın Şükrü Elekdağ’a coğrafyamızdaki bu çok önemli ve tarihi gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini sordum. İşte cevapları:
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Kendisini bölgedeki Sünni çıkarlarının bekçisi olarak gören Riyad, “İran’ın kuklası” olarak değerlendirdiği Husilerin Aden Körfezi ve Bab ül Mendep Boğazı’na hakim olmasını var oluşsal bir tehdit olarak değerlendiriyor. Ayrıca, Husilerin bastırılamaması halinde, Suudi Arabistan’ın doğusunda yaşayan ve nüfusun yüzde 15’i civarındaki Şiiler’in de başkaldırmasından endişe ediyor. Bu nedenlerle, Riyad, Kararlı Fırtına operasyonu ile Husileri önce geri çekilmeye mecbur etmek ve sonra da Mansur Hadi’nin başında olacağı ve Husilerin de katılacağı bir hükümet oluşturmak istiyor. Riyad’ın öncülüğünde başlayan operasyon, ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin stratejik çıkarlarına da hizmet ediyor. Zira, Yemen, Hint Okyanusu’nu Akdeniz’e bağlayan Kızıl Deniz’in güneyindeki Bab ül Mendep Boğazı’nı kontrol ediyor. Süveyş Kanalı’nın alt ucu konumundaki bu boğazdan, ABD, Asya ve Avrupa’ya günde 4 milyon varil petrol taşınıyor.  Ayrıca, Aden Limanı da dünyanın en önemli limanlarından biri olarak değerlendiriliyor. Bu nedenlerle, ABD ve diğer Batılı devletler özellikle Yemen’in güneyinin İran, Rusya ve Çin gibi Batı’ya karşıt politikalar izleyen devletlerin etkisinde olmasını istemezler. ABD açısından Yemen’in öneminin bir başka nedeni de, El-Kaide’nin burada güçlü bir üsse sahip olması...

ASIL AMAÇ İRAN’I DURDURMAK


UĞUR DÜNDAR (U.D.): Riyad, İran’ın güney Yemen üzerindeki etkisine son verebilecek mi?
(Ş.E.): Bu konuda kararlı görünüyor. Fakat Riyad’ın bunun da ötesinde, bölgesel stratejik bir hedefi de mevcut. Bu da, İran’ın Ortadoğu’da giderek genişleyen hakimiyet alanı kurmasına ve hegemon bir devlet olarak yükselişine dur demek. Evet... Riyad’ın tepkisi, Şii İran’ın yıllardır bölgede etkisini genişletip pekiştirmesi, buna karşın Sünni Arapların elleri kolları bağlı durumda seyirci kalmalarının oluşturduğu eziklik duygusundan kaynaklanıyor. Suudi Arabistan’da yayımlanan Al Riyad gazetesi, “İran, bundan böyle, bir Arap ülkesinin içişlerine müdahale etmeden önce, bin kere düşünecektir”  diyor. Suudi Arabistan, bu operasyonla, aynı zamanda, Suriye’de vuku bulan senaryonun Yemen’de de uygulanmasını önleyeceği mesajını veriyor. Suriye’de Sünni muhalefete doğru dürüst destek verilmemesi, Sünni halkı IŞİD ve El-Kaide’den medet ummaya yöneltmiş ve sonuçta iki düşmanın, yani IŞİD’le İran’ın bölgesel hakimiyet için çatışmaya girmelerine yol açmıştı.
(U.D.): Bir de Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah El Sisi’nin önerdiği 40 bin kişilik Ortak Arap Gücü var.
(Ş.E.): Arap Birliği Şarm el Şeyh zirvesinde Sisi’nin önerisi üzerine bölgesel tehditlerle baş edecek Ortak Arap Gücü (OAG) kurulması hususunda prensip kararı aldı. Körfez ülkeleri yanında Ürdün ve Fas şimdiden bu güce katılacaklarını beyan ettiler. “Araplar, anlaşmamak hususunda anlaşmışlardır” tekerlemesiyle bu karara dudak bükenler olabilir. Ancak, ben, Sisi’nin, hem kendisi için içerde meşruiyet sağlamak, hem de Mısır’a dünyada “Arap Baharı” öncesi prestij ve ağırlığını kazandırmak için bu projeyi gerçekleştirmek için azami gayreti göstereceği kanısındayım. IŞİD’le mücadelede kara kuvvetlerine ihtiyaç var. OAG böyle bir sorumluluk üstlenebilir. Ancak, OAG’nin İran yayılmacılığına karşı da tasarlandığını unutmamak lazım.

ANKARA’NIN İRAN VE Şİİ DÜŞMANLIĞI


(U.D.): Bu durumda bölgede nüfuz alanı siyaseti izleyen İran ve Suudilerin liderliğindeki Arap Koalisyonu arasında çıkacak bir mezhep savaşının girdabı Türkiye’yi içine çekmez mi?
(Ş.E.): Böyle bir tehlike var... AKP’nin izlediği mezhep eksenli politikaların Türkiye’nin başına sardığı belalar ortadayken Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mezhep savaşının ortasına lojistik destek ve istihbarat sağlama vaadiyle balıklama atlayarak Suudilerin safında yer aldı. Ankara’nın, Suudi Arabistan’ın dümen suyundan gitmesi, Türkiye’nin, İran ve Şii düşmanlığını ilan etmesi anlamına geliyor... Ortadoğu’da büyük çapta bir mezhep savaşı olursa, bölge kasıp kavrulur, katılan her devlet tahrip olur ve sadece dışarıda kalanlar kazançlı çıkar. Bu nedenle, Türkiye’nin politikası, kesinlikle mezhepsel bir eksen izlememe ve taraf tutmama suretiyle, İslam coğrafyasında arabuluculuk yapmasına ve problemlerin çözümüne katkıda bulunmasına imkan verecek bir pozisyonu benimsemek olmalıdır. Ne yazık ki, Erdoğan böyle akil bir tutumu benimsemiyor ve hem aldığı kararla, hem de söylemiyle “yakılan ateşe benzin taşıyor”.  Bu tutum Türkiye’yi, bölgesel mezhep savaşlarının sirayetine açık hale getiriyor.

İRAN NÜFUZ SİYASETİNDEN VAZGEÇMEZ


(U.D.): Nükleer çerçeve anlaşmasından sonra İran itibarlı bir çehreyle dünyanın karşısına çıkacak. İran’ın bu yeni konumunun bölge üzerinde ne gibi etkileri olabilir?
(Ş.E.): Bu anlaşmayla İran’ın ekonomisini güçlendirmesi, bölgesel ve küresel etkinliğini artırması beklenmelidir. Yaptırımların kalkmasıyla, dondurulan varlıklarından ve petrol ihracatından İran’a milyarlarca dolar girecek, ABD ve diğer Batılı ülkelerin İran’a yatırım yapmak için can atan yatırımcılarının önü açılacak, İran izolasyondan kurtulacaktır. Anlaşma, İran’ın Ortadoğu’da siyasi açıdan da etkinliğini artıracak ve Tahran sesini daha iyi duyuracaktır.  Bu gelişmeler, İran’ın bölgedeki hegemonyasını güçlendirme siyasetinden vazgeçeceği anlamına gelmez, ama ABD ve Batılı devletlerle gelişecek diyalog nedeniyle Tahran’ın bu hususta daha temkinli hareket etmesine yol açabilir. Bu gelişmeler, Türkiye açısından avantaj ve dezavantajlar yaratıyor. İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi, iki ülke arasındaki ticaret ve ekonomik işbirliğini arttıracak olmakla beraber, siyasi rekabeti de kızıştıracaktır. Türkiye, Batı’yla yakınlaşan ve bölgede ağırlık kazanan bir İran’la karşı karşıya kalacaktır. Bu durumda Türkiye’nin stratejik açıdan avantajlı konumunu koruması için, Batı alemiyle soğuyan ilişkilerini bir revizyona tabi tutması ve özellikle demok- ratik ve laik devlet yapısını tahkim etmesi gerekecektir.

Demokrasi, sadece laik toplum düzeninde yaşar


(U.D.): Türk-İran ilişkileri ayrı bir söyleşinin konusu olacak kadar geniş... Uygun bir zamanda ele alacağımız düşüncesiyle bu konuya girmiyor ve son soruma geliyorum. Sayın Elekdağ, İslam coğrafyası fakirlik, sefillik ve cehalet içinde yüzüyor. Bunun önde gelen bir nedenini de Müslümanların mezhepçilikle birbirlerin kırmaları oluşturuyor. Bu daha ne kadar sürecek?
(Ş.E.): İslam dünyasının 21. Yüzyılda Orta Çağ’ı yaşıyor. İslam’ın egemen olduğu coğrafyalar, bilim, teknoloji, sanat, kültür, demokrasi ve özgürlükler açısından çok geri kalmış, çağ dışı bir görünüm yansıtıyor. Bu coğrafyaların bir bölümü de halen mezhep çatışmalarıyla kan gölüne dönmüş bulunuyor. Esasında özünde gelişmeye ve bilime açık olan İslam dininin, geçmiş asırlardan devralınan fıkıh mirası ve   mezhepçi doktrinlerle önü karartılmış... Bu karanlığı, Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet devrimleriyle Şeriat’ın ve dini dogmaların baskısından kurtararak delmiş, Türkiye’yi aydınlığa çıkartmıştır. Bundan birkaç yıl önce Türkiye’nin, Batılı ülkeler tarafından, tüm İslam dünyasına ilham alınacak başarılı bir örnek olarak gösterilmesi Atatürk’ün Türkiye’ye çağdaşlaşma yolunda kazandırdığı ivme sayesinde olmuştur. Laikliğin ışığından yararlanmayan bir Müslüman ülkede, ne huzur ve istikrar, ne bilim, ne özgürlük ve demokrasi, ne de çağdaş bir uygarlık olur. Çünkü, laiklik, bütün dinlere ve inançlara saygıyı öğretir ve devletin herkese karşı tarafsız olması kuralını getirir. Bu kural ülkede barışın teminatıdır. Çünkü bilim, dogmaları sorgulayan, ampirik araştırmayı teşvik eden laik anlayışla gelişmiştir. Nitekim bilim nerede ileriyse orada laiklik egemendir. Çünkü, şeriat hukuku ile demokrasi bağdaşmaz. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler sadece laikliği benimseyen bir toplum düzenin de yaşar. Bunun istisnası yoktur. Bu nedenlerle Müslüman toplumların mezhepçilikle birbirlerini kırmaktan, fakirlik ve cehaletten kurtulmalarının yolu laik bir yönetim sisteminden geçiyor. Bu konuda son sözüm ülkemiz yöneticilerine olacaktır. Laiklik ilkesinin, ülkemizin, barış ve huzur içinde yaşaması, birlik, beraberlik ve bütünlüğünün sağlanması açısından yaşamsal bir önemi vardır. Bu ilkeyi yozlaştırmaya devam ederseniz, ülkemizde eşitliği, özgürlüğü, insan haklarını ve demokrasiyi yok eder, çağdaş bilimin ve sanatın önünü tıkar, Türkiye’yi sefil, cahil ve birbirini kıran bir Ortadoğu ülkesine dönüştürürsünüz. Bunun da vebali taşıyamayacağınız kadar ağır olur!..