1992 sonları...
Türk televizyon tarihinin ilk soruşturmacı habercilik örneği olan Arena’ya yeni başlamıştık.
Er meydanında gerçeklerin üzerine büyük bir cesaretle gidiyorduk.
Ayrıca evrensel gazetecilik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldığımız ve çifte standart uygulamadığımız için, ilgiyle izlenen programımız reyting rekorları kırıyordu.
Yayın sırasında ve sonrasında yağmur gibi gelen telefonlar santrali kilitliyor, yığınla yolsuzluk ihbarı iletiliyordu.
Bunlardan biri, o sırada İstanbul’un birçok ilçesinde yerel yönetimde olan SHP’li bir belediyeye yönelikti.
İddiaya göre; ilçenin belediye başkanı, kaçak oldukları için yıkım kararı alınan 20 civarındaki fabrika ve imalathaneyi yıkması gerekirken yıkmıyordu.
İhbarı yapan kişi, çok ayrıntılı bilgi veriyor. Belediye başkanının “torbacı” bir müteahhit aracılığıyla her ay kaçak yapı sahiplerinden rüşvet aldığını öne sürüyordu.
Kendisinden öylesine emindi ki, rüşveti rahatlıkla belgeleyebileceğimiz konusunda garanti bile veriyordu.
Olayın benim açımdan üzücü bir yanı vardı. O da rüşvet aldığı söylenen belediye başkanının, üniversitede okuduğumuz yıllarda gençliğin idollerinden biri olmasıydı.
O nedenle içimden bu ihbarın doğru çıkmaması için dua ediyordum.
Çünkü gençlik hayallerimin yıkılmamasını istiyordum.

* * *

Deneyimli muhabir arkadaşlarımı görevlendirerek araştırmaya başladık.
Kısa sürede ihbarın doğruluğunu kanıtlayan görüntü ve ses kayıtlarıyla, tüm belgelere ulaştık. Elimizdeki sonuçları tekrar tekrar kontrol edip doğrulattık.
Dosya tamamlanınca belediye başkanını arayıp randevu aldım.
Makamında çekime başlamadan önce, biraz sonra kendisine yönelteceğim rüşvet iddialarıyla ilgili sorular nedeniyle son derece üzüntülü olduğumu, zira hangi gerekçeyle olursa olsun bizim hayallerimizi yıkmaya hakkının bulunmadığını söyledim.
Röportaj sırasında sunduğum belgeler karşısında boncuk boncuk terleyerek kem küm etti, ama aksini kanıtlayacak cevaplar veremedi.
Ve adeta bir yaz meltemi gibi, ardında hiçbir iz bırakmadan siyaset sahnesinden silinip gitti.

* * *

Çok ses getiren haberimizin SHP yönetimi için uyarıcı bir işaret fişeği olabileceğini, buna benzer olumsuzlukların yaşanmaması için radikal tedbirler alınabileceğini ümit ediyordum.
Ama maalesef olmadı.
Çok geçmeden İSKİ skandalı patlak verdi.
Böylece yerel yönetimlerdeki ezici sosyal demokrat belediyecilik hakimiyeti sona erdi.
İlke seçimlerde de (1994) İstanbul Büyükşehir Belediyesi SHP’den, Refah Partisi’ne geçti.
Başkanlık koltuğuna Tayyip Erdoğan yerleşti.

* * *

Gelelim günümüze...
CHP milletvekilleri İlhan Cihaner (Hukuk) Bülent Kuşoğlu (Mali Konular) ve Prof. Kamil Okyay Sındır’dan (Yerel Yönetimler) oluşan CHP heyeti, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun görevlendirmesiyle, haklarında yolsuzluk iddiaları bulunan İstanbul’daki Beşiktaş, Şişli ve Ataşehir belediyelerinde inceleme yapıyor.
Heyetin iddiaların doğruluğuna inanması halinde, o başkanların partiyle ilişkilerinin kesilip savcılıklara suç duyurusunda bulunulacağı, ama dile getirilenler yargısız infazdan ibaretse, bu gerçeğin de kamuoyuyla açıkça paylaşılacağı belirtiliyor.

* * *

Sevgili okurlarım,
Yerel yöneticilik, o bölgede yaşayanların doğumdan ölüme kadar giden süreçte acı-tatlı, mutlu ya da kederli anlarında yanlarında olmayı gerektiren yüce bir hizmettir.
O nedenle manevi hazzı eşsizdir.
Hiç unutmuyorum, yıllar önce tanıştığım bir Amerikalı turist, belediye başkanlarından söz ederken “O bizim için yaşıyor. Kentimizi herkesin ölmeden önce görmesi gereken bir yer haline getirmeye çalışıyor” demişti.
CHP’de de var böyle tertemiz ve pırıltılı başkanlar. Hem de çok.
Sizin de hemen aklınıza geldiğini bildiğim bir ikisinin adlarını sayarsam, diğerlerine haksızlık etmekten korktuğum için isim vermiyorum.
Soruşturulan başkanlarla ilgili bir yorumda, hatta en ufak bir imada dahi bulunmuyorum.
Ama eski bakanlardan Yaşar Topçu’nun o unutulmaz deyişini bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum:
“Siyasette zenginleşen babam bile olsa bilin ki hırsızdır!..”

GEÇEN GECE ÇOK GÜZEL BİR ŞEY OLDU


Alaçatı’da onca eğlence yeri ve lokanta arasına sıkışmış küçük bir kitapçı var: Alaçatı Kitabevi.
Yıllardır tanıdığım sahibi Ömer Bey’e destek olabilmek için bazen ansızın gidip, kitaplarımı imzalıyorum. Mali gücü sınırlı olduğundan ancak 50-60 kitap getirebiliyor. Onlar da yaklaşık bir saat içinde gidiyor. Geçenlerde yine kitaplarımı imzalarken genç bir adam gelip “Elinizi öpebilir miyim?” dedi. “Niçin öpeceksiniz ki?” diye sorunca, “Ben Vefa Lisesi’ni sizin verdiğiniz bursla okuyup, birincilikle mezun oldum. Şimdi savcıyım. O nedenle elinizi öpmek istiyorum” dedi.
Sarılıp kucaklaştık.
Tüylerim diken diken olmuştu. “Demek ki sadece yaşlanmak için yaşamamışız” diye düşünürken, konuşmamıza tanık olanların gözleri buğulanmıştı.

UĞUR DÜNDAR’IN NOTU: Bu anımı aktarmamın tek nedeni, o sırada bu olaya tesadüfen tanıklık eden bir kişinin yanlış bilgi paylaşma ihtimali. Değerli savcı kardeşim adını, soyadını ve görev yerini de söyledi. Hatta birlikte fotoğraf da çektirdik. Ama kendisine bir zarar gelmesin diye bunları saklıyorum.