Görenler bilir, dünyanın hiçbir yerinde İzmir’deki kadar güzel batmaz güneş... Alt tarafı bir tur atıp geri gelecek olmasına rağmen, gitmek istemez adeta, ayrılmak istemez.
Tren garlarındaki duygusal vedalaşmalar gibi ağırdan alır.

*

Gene öyle bi vakit...
Tükenmeyen enerji, kavuniçi renkli top olmuş, trajik yangının küllerinden doğan şehrimin ufuk çizgisinde, körfeze iniyor, aheste aheste, usuuul usul.

*

Kadehin dibine vurma saati.

*

Kordon.
Naim Palas.
Cumbada oturuyor Mustafa Kemal.
Körfezi seyrediyor.
Sevmez fazla yemeği.
Leblebi var önünde.
Garson titriyor.
Çünkü, çocuk Rum.
Sesleniyor gazi...
Şefkatli ses tonuyla.
“Vre Dimitri” diyor.
“Gel bakayım.”
Çocuk “buyur pasam” diyor, ş’lere dili dönmeyen kırık dökük Türkçesiyle.
“Sizin kosti” diyor... İşgal sırasında kasıla kasıla İzmir’e gelen Yunan kralı Konstantin’i kastederek, “sizin kosti, geldi mi buraya?”
Geldi pasam.
Oturdu mu buraya?
Oturdu pasam.
Güneş batarken rakı içti mi?
İçmedi pasam.
E sormadın mı çocuk, ne halt etmeye almış İzmir’i!

*

Ahmet Kiziroğlu “İzmir’e başbakanlık ofisi açacağım” deyince, nedendir bilmem, aklıma
bu diyalog geldi.

*

Cumhuriyetin kalesi İzmir’le Ahmet Kiziroğlu zihniyeti birbirine o kadar uzak, o kadar “yabancı” iki kavram ki... İlla temas kurmak istiyorsa, ofisi filan boşverip “konsolosluk” açsa daha iyi olur belki!