RÖPORTAJ: Nil SOYSAL / İstanbul     FOTOĞRAFLAR: Mert ARISLAN

Yeni romanı Kırmızı Saçlı Kadın’da devleti ve bireyi sorgulayan Pamuk, Türkiye analizi yaptı: Ülke zenginleştikçe korku imparatorluğu daha da göze çarpar hal aldı. Bizler ortalığı yumuşatmaya çalıştıkça onlar kutuplaştırıyor...

Sıradaki roman: Veba Geceleri...
Nobel Ödüllü Pamuk, Nil Soysal’ın sorularını yanıtladı. Sıradaki romanı “Veba Geceleri”ni 2017 yılında çıkarmayı planladığını söyledi.


İngiliz Independent Gazetesi onun için; “En iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazan eşsiz yazar” demiş. Ne güzel! Bu onur sadece ona ait değil, hepimize ait. Nobel Ödüllü bir yazarımız ve yine Nobel Ödüllü Aziz Sancar gibi bir bilim adamımız var. Öte yandan haklarında soruşturma açılan akademisyenler, hapse atılan Can Dündarlar, yazdıkları köşe yazıları yüzünden adliyelerde dava dosyaları biriken gazeteciler... Bu defa benim “Kafamda Bir Tuhaflık!” var. Karmakarışık duygular içersindeyim. Kırmızı Saçlı Kadın’da Batı’nın ve Doğu’nun iki temel efsanesi Sophokles’in Kral Oidipus’u (babayı öldürmek) ile Firdevsi’nin Rüstem ve Sührab’ıyla (oğulu öldürmek) yeniden yüzleşmenin getirdiği şaşkınlıkla, baba-otorite-devlet-birey olmanın asırlar boyu değişmeyen sonuçlarını yeniden sorguluyorum ve bir suçlu arıyorum... İşte o suçlu şimdi tam karşımda oturuyor: Orhan Pamuk!

BİR SOLUKTA OKUNSUN İSTEDİM

- Kolay okunan, sürükleyen ve bir o kadar da sarsıcı bir roman...
Bu kitabı, bir oturuşta okuruma okuturum diye düşünerek yazdım. “Kafamda Bir Tuhaflık” gibi epik bir hikaye değil. Eline aldın mı, bundan sonra ne olacak diye merak edeceksin ve bir de bakacaksın bitmiş. Bir yandan da babalık otorite, devlet ve efsanelerle şaşırıp düşünmeye başlayacaksın.

- Kitabı 1 yılda yazdınız...
1 yılda yazdım ama 30 yıldır düşünüyorum. Her sene 200 sayfa yazarım.

SİLİVRİ’Yİ DÜNDAR’IN OĞLU ANLATTI

- Romanın Silivri Cezaevi’nde sonlanması bir tesadüf mü, tepki mi?
Bu özellikle değil aslında. Kitabın sonunda adi suçtan dolayı kahramanım hapse girecekti. İstanbul civarında bir tane cezaevi var. Ama insanlarla konuştukça fark ettim ki, bir yandan da övünüyormuşuz Avrupa’nın ve Balkanlar’ın en büyük cezaevini açmakla! Tesadüf, o günlerde Can Dündar hapse girdi. Oğlu bana gelmişti. Yazarlık okumak istiyor, ahbaplık ederken ben de ona biraz ayrıntı sordum.

BU OLANLARA ALIŞMAMALIYIZ

- Peki Silivri önündeki umut nöbetlerine nasıl bakıyorsunuz?
Can Dündar’ı unutturmamak yerinde. Buna alışmamamız lazım. En büyük ikinci muhalif gazetenin başındaki adama casus diyorlar! Ne alakası var? “Ne istediler de vermedik” dediğin takımla çatışmışsın. Çatışınca fotoğraflar etrafa saçılmış, onun da önüne gelmiş, basmış. Adam gazeteci. Senin yatak odana girip almadı ki o fotoğrafları. Umarım akademisyenlere de dava filan açmazlar. Devletin tepesinden gelen bir sertlik var. Bu Türkiye’ye yakışmıyor! Yumuşaması lazım artık ülkenin. Hepimiz sokağa çıkalım, hükümeti kovalayalım diye de bakmıyorum açıkçası. İyi kötü son 15 yılda Türkiye’de bir zenginleşme olduğunu da kabul ediyorum. Ama bir yandan da ülke zenginleştikçe, korku imparatorluğu da daha göze çarpar oluyor. Çünkü herkes biraz daha birey oluyor.

YÖNETİCİLER KUTUPLAŞTIRIYOR

- Bu ortamda Orhan Pamuk olarak siz de korkuyor musunuz?
Tabii ki korkuyorum. Ama yalnız kendimle ilgili değil. Baskının artmasından korkuyorum. Normal bir hayat yaşamak istiyorum. En azından Can Dündar gibi bir adam hapse girmesin istiyorum. O hapse girince, “Ben ne yaptım” diye düşünmek, bundan dolayı suçluluk duymak istemiyorum. Ülkenin politikleşmesinden ve kutuplaşmasından hoşlanmıyorum. Eskiden benim gibi solcular ortalığı karıştırır, cumhurbaşkanı ve başbakan kurumları uyum içinde çalıştırırdı. Şimdi ben “Uyum içinde çalışalım” diyorum, onlar toplumu kutuplaştırıyorlar.


Kitabım bir aşk hikayesi değil, otoriteyi anlatıyor


- Kitabın arka kapağında; “Bir aşk hikayesi bütün bir hayatı belirler mi?” diye soruyorsunuz. Ama bence Kırmızı Saçlı Kadın bir aşk romanı değil.
Kabul ediyorum. Burada iki şey var. Bir; yetişme, olgunlaşma... Yani çocukluktan olgunlaşmaya geçiş, cinsel uyanış dahil bir roman. İki; birazcık felsefi bir roman... Felsefi mi diyeceğiz, sosyolojik mi, antropolojik mi?.. Orası biraz karışık tabii.

- Biraz da masalsı bir tadı var...
Evet. Ama aslında her kitabımın olduğu gibi bu kitabın da iki, üç kaynağı var. Taa 1988’de Heybeliada’da Kara Kitap’ı yazarken, yanımdaki komşu da bahçesinde bir kuyu kazdırıyordu. Aynen kitapta anlattığım gibi, kuyucu ustasıyla çırağı. Onlarla röportaj yaptım. Kuyucu ustası bir sürü hikaye anlattı. İlk başta bir kuyucu ustasının zor bir arazide su aramasını anlatmak istiyordum. Ama bunu hemen romana bağlayamadım. Bu arada 30 yıldır üzerinde düşündüğüm bir konu da otorite, devlet ve bireydi... Asıl anlatmak istediğim konunun otorite ve birey olduğuna karar verdim.
Arkasından Batı medeniyetinin temel metinlerinden biri olan Oidipus hikayesi ile Şehname’deki Rüstem ve Sührab’ın aslında birbirine ne kadar benzediğini düşündüm. Hikayeyi bunlarla birleştirince de çadır tiyatrosunda halk efsaneleri anlatan Kırmızı Saçlı Kadın çıktı ortaya.



Düşünen toplumu zapturapt altına almak kolay değildir...


- Türkiye’de başkanlık sisteminin fiilen yaşandığını mı düşünüyorsunuz?
Şu andaki cumhurbaşkanımız bu ülkenin başbakanıydı. Yani herkesin bildiği gibi, Batılıların deyimi ile baş uygulayıcı, baş icraatçı, yöneticiydi. Her şey oradan geçiyordu. “Ben bunu istemiyorum, bir de cumhurbaşkanı olacağım” dedi. Tamam ol. Ama cumhurbaşkanı baş icraatçı değildir Türkiye anayasasında. Orada o güç yok. Madem onu istiyordun, o zaman oradan oraya neden geçtin? Şimdi oraya getirmek istiyor. Ama kolay değil. 1 Kasım’da seçmen kaos korkusuyla otoriteye oy verdi. Belki bir sonraki seçimde vermeyecek.

- Kötümser değilsiniz...
O kadar da kötümser değilim. Değişiyoruz, zenginleşiyoruz, bireyliğimiz artıyor. Yukarıdaki otoriter adamın dediklerine inanmıyoruz belki. Oy veriyoruz ama, belki her zaman da vermeyeceğiz. Öyle değil, böyle diye düşünmeye başlıyoruz belki. Düşünen bir toplumu zapturapt altına almak o kadar da kolay değil.

- Paul Auster’e; en fazla siyasi röportaj veren en talihsiz yazar olduğunuzu söylemişsiniz...
Ben durmadan siyaset konuşan bir adam gibi algılanmaktan çok rahatsızım. Ama hem “Bana ne” diyemiyorsun, hem de konuşmazsan korkak durumuna düşüyorsun. Özellikle yurt dışında; “Aaaa ülke bu kadar mı kötü! Ağzını bile mi açamıyorsun(!)” diyorlar. O zaman bari bir şeyler söyleyeyim diyorsun. Kötü bir şey söylemek istemiyorsun. Yakıştıramıyorsun. “Türkiye’nin durumu o kadar da kötü değil” filan diyorsun. Zor bir durum.

Burjuva aileden olduğum için suçluluk duydum


- Kitapta benim kahramanım Mahmut Usta. Sizinki kim?
Burada Cem’in babası biraz benim babama benziyor. O da pek etrafta yoktu. Ama Cem’in babası gibi siyasi faaliyetlere girip, çileler çeken bir adam değildi. Aynı şekilde Cem’le ben de biraz benziyoruz. Cem’e benzeyen bir suçluluk duygusu ve bir baba eksikliği yaşamışımdır hayatta. Ama böyle bir babam olduğu için özgür oldum mesela.

- Peki Orhan Pamuk olarak hâlâ suçluluk duyuyor musunuz?
İçten hissettiğim suçluluk duygusu hep vardır. Yalnızca babayla olan ilişkiden değil... Ayrıcalıklı, Nişantaşılı burjuva aileden olduğum için 20 yaşımda da suçluluk duymuşumdur. Arkadaşlarım siyasi dertlerle hapislere giriyor diye suçluluk duymuşumdur. Hâlâ duyuyorum. Başarılı oldum diye de suçluluk duyar insan.

Okurlar, ‘Kadın gibi yazmış’ desin istiyorum

- “Alemin mantığı analar ağlamasın” diye bir cümle geçiyor kitapta. Bugüne bir göndermi mi bu?
Orada şunu demek istiyorum; Oidipus hikayesi de babalar ve otoriterlere isyan etmeyi işler. Ya da Rüstem’le Sührab’ın hikayesi devlet otoritesine, babaların oğulları ezmesine hak ve meşruiyet kazandırır. Ama her iki hikayede de analar ağlar ve alem erkeklerin sorunları, dramları, çelişkileri, kaderden kaçma istekleri üzerine kurulmuştur. “Bundan sonra hayatımın sonuna kadar biraz feminist olacağım” diyen bana da düşen; bu çağda, bu erkek merkezli hikayelere bir kıvrım, bir düğüm daha attırmak. Bir kadın kahramanın sesinden inandırıcı bir roman yazmayı, okurun da bunu okuyunca “Kadın gibi yazmış” demesini çok isterim.