20. yy’daki iki kutuplu dünyanın birbirleriyle olan savaşını anlamadan sözde dini örgütlenmelerin tahlili doğru yapılamaz.
60’lı 70’li yıllarda İslamcıların kimlik arayışı antikomünist çerçeve içinde şekillendi; varoluş nedenini komünizim karşısında inşa etti. Kendini mütedeyyin olarak tanımlayanlar için bu durum gayet doğal; fakat büyük resim içinde değerlendirildiğinde, bu zeminde oluşturulan bazı örgütlerden kim fayda sağladı sorusu önemli: Küresel güçler... Her ülkede kurdurdukları örgütleri bir maşa gibi kullanan bu güçler, Müslüman ülkelerin sadece içini karıştırmakla kalmadı, kendi çıkarları doğrultusunda yapmak istedikleri pek çok şeyi bu örgütler üzerinden hallettiler.
Dini görünümlü bu oluşumların amacı, dışarıdan bakıldığında, her ne kadar imanlı, vatanına milletine bağlı mütedeyyin gençler yetiştirmek gibi görünse de, hedef, buradan çıkan gençler vasıtasıyla bir taraftan sisteme nüfuz etmek, diğer taraftan “kafalarındaki din anlayışını ikame etmek için” milli değerleri yozlaştırarak, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının önünü tıkamaktı. Bu örgütler, iktidarlar tarafından hem korundu, hem kullanıldı hem büyütüldü. Bu resmin içine Gülen Cemaati’ni yerleştirmek gayet kolay... Konunun vehametini yeni gören siyasileri bir kenara bırakırsak, 30-40 yıldır pek çok Türk aydınının bu gerçeği konuşup-yazdığını biliyoruz.
Meşru siyasetin dışında oluşan, sorgulanamayacak ve hesap vermeyecek şekilde örgütlenen bu yapıların, gücü elde ettiklerinde ne büyük tehlike oluşturduklarını 15 Temmuz ortaya koydu.
Aslında, nüfuz ya da statü grupları da diyebileceğimiz bu tür örgütlenmelerin tabiatında çıkarlar söz konusudur. Nerede “cemaatçilik” varsa orada siyasi talep vardır.
Siyasi taleplerin olduğu yerde çatışma başlar. Bu çatışmayı din adına örgütlenmiş cemaatler yapıyorsa mücadelelerini dini argümanları temele alarak yürütürler.
Hülasa hukuk devletinin bu oluşumlar karşısında asla taviz vermemesi gerekir.(di!)
Bunu sadece FETÖ üzerinden değil benzer oluşumların yarın, hangi taleplerle devletin ya da milletin iradesi karşısında duracağı şimdiden öngörülmelidir.

İMAN KİŞİSELDİR


İslam, özgür bireyi yaratması gerekirken, tarih boyunca kalabalıklara birilerine tabi olma anlayışı hep dikte edilmiştir. İnananlar ile Tanrı arasına konulan “aracılar” kişiyi sorgulama ve araştırma yapmaktan alıkoyarken, güven içinde oluşturabileceği bir iman anlayışından da uzaklaştırmıştır.
Oysa iman, türlü erdemlerle insanda kendisini gösterir. Kur’an nezdinde bunun adı “takva”dır. Takva, imanı en üst seviyede temsil eden davranışlar bütünüdür ve bunlar şahsidir/kişiseldir. Dolayısıyla iman, insanın kendisini kendi eliyle takva zemininde değiştirmesi gücüdür. Bu yoksa iman yoktur. O zaman iman başka yerlerden devşirilmeye çalışılır. Bir takım kişilere olağan üstü güçler atfedilir. Ve bu kişiler taklit edilmeye çalışılır.
Oysa iman taklit değildir.
İman kişiseldir ve insanda takvayı geliştirici bir hamle kaynağıdır.
İman taklidin düşmanıdır.
Taklitte kişinin kendisine ait bir şey yoktur; hatta kişinin kendisi ortada yoktur.
Önümüzdeki süreçte bu konular Türkiye’nin aydınları tarafından enikonu tartışılmalı, gençlerimizi içine alıveren radikal söylemlere ve akılları rafa kaldırtan dinci akımlara karşı koruyucu önlemler alınmalıdır.

İKTİDAR ADALETTEN SAPMAMALI


“Hürriyet denmeye seza (layık) biricik hürriyet, başkalarının saadetlerinden mahrum etmeye veya onların saadet elde etme gayretlerine engel olmaya kalkışmadığımız müddetçe, kendi iyiliğimizi kendi bildiğimiz yolda aramak hürriyetidir” der, J.S. Mill.
PKK’nın, IŞİD’in, FETÖ’nün, bazı “cemaatçi” anlayışların ve hatta bazı siyasilerin bugün yaptıkları, kendi iyiliklerini kendi bildikleri yolda başkalarının saadetlerine engel olarak aramaktır. Bu yapıların kendi “iyilikleri” iktidarı ele geçirmek, haklarının olmadığı yerde hak iddia etmektir. Bu uğurda hukuksuzluğa başvururlar. Bazen silahlanır, bazen devlete sızarak fesat karıştırırlar.
Ezcümle bu yapıların kaynağı hukuksuzluk, düşmanları da doğal olarak hukuktur.
Bize silah doğrultana misliyle karşılık vermek kanımızda var, sonuna kadar da arkasındayım. 15 Temmuz’da milletimiz doğuştan harp uzmanı olduğunu bir kez daha tarihe kanıtladı.
Ancak harpte olduğu kadar, masa başında da muvaffak olmalıyız.
Bunun içindir ki, hukukun üstünlüğüne önem vermeliyiz.
Hürriyetimizin kaynağı fiziksel kuvvetimiz olsa dahi, teminatı hukuki yapımız olacaktır. Unutmayalım ki demokrasi ancak hukuk ve özgürlük sürecinin genişletilmesiyle korunabilir. Adaletin olmadığı yerde devlet yoktur.