Toplumsal sorunlar, beşerin “insan“ gibi bakmayı beceremediği yerde başlar; bu kişiler ister dindar olsun, ister seküler, farketmez.
Öyle ki en sapkın davranışların ve suçların ortaya çıkması durumunda bile, beşerlikten insanlığa yükselemeyenler, korumacı bir tavrın içinde, kendi ideolojileri, kendi partileri, kendi yandaşları söz konusu ise; “amaca giden her yol mubahtır“ anlayışıyla hareket eder.
Üstelik bunun adı da hazırdır: Kavgam!
En temel insani değerlerin yerini “kavga“ alır ve bu zeminde her şey meşrulaştırılmaya çalışılır.
Bu “kavga“ bazen etnik bir anlayışla sunulur;
Bazen bir ideolojiyle;
Bazen de dinci ve mezhepçi bir anlayış içinde devreye girer.
Ülkeyi bölmeye çalışanların, sivil asker demeden yüzlerce canı katletmesi de bu baptandır; bir muktedirin veya bir siyasetçinin kendi yandaşlarının yaptığı her yanlışa göz yumması da!
“Kavga“ meşru suç işleme tekeline dönüşür.
Meşruiyetini sözde istibdattan alır.
Baskının sebebini, ait bulunduğu cemaate, mezhebe, dine, etnik milliyete karşı olan kurumsal bir düşmanlığa bağlar.
Kişisel yanlışları, devlete mal eder ve bu “kavga“ rejime, nihayetinde devlete yönelir!
Propagandasını mağdur edebiyatıyla, ezilmişlik söylemiyle yürütür.
Ve gün gelip de kavgası olanlar, devleti yönetecek duruma geldiklerinde, saygı duymadıkları ve hatta kin besledikleri rejime karşı bir sorumluluk hissetmediklerinden; mevcut devletin devamlılığı esasına uymazlar.
Çünkü”kavga“, mahiyeti itibarıyla düzene karşıdır.

ŞEHİTLERİMİZE SAYGI

Tam da bu bağlamda ele almamız gereken terör problemini, hâlâ “Kürt Sorunu“ olarak sunmak, en başta her gün aldığımız haberlerle yüreklerimizi yakan; sadece, evet sadece vatani görevini yapmak üzere orada bulunarak can veren evlatlarımıza/şehitlerimize bir hakarettir.
Kaldı ki geçmişte 400’ün üzerinde bebeği katleden, gözünü kırpmadan ve Türk-Kürt demeden binlerce insanımızı öldüren terör örgütünün, insan hakları temelinde demokratik bir mücadele verdiklerini söylemek, bu toplumun aklıyla da alay etmek demektir.
Çözüm süreci döneminde, bölücü örgüte karşı sempatilerini rahatlıkla dile getiren bir kısım “aydının“ patlamaların ardından “yere batsın savaşınız“ diyerek, terörü iki başlı bir çıkar mücadelesi olarak yansıtması ise, bu milletin hafızasıyla, tarihiyle, bütünlüğüyle dalga geçmektir.
Zira terör, devletle örgütün çıkar mücadelesi değildir.
Terör, milletin hakkına tecavüzdür.
Devletin konumu ise milletin çıkarlarını korumaktır.
Son günlerde hain patlamaların ve pusuların ardından tekrar müzakere masasına dönülmesi gerektiğini söyleyenlere, şu soruları sormak isterim:
Masaya oturmak, her şeyden önce terörün yöntemlerini onamak, bombanın, silahlı mücadelenin meşru bir hak talebi olduğunu kabul etmek değil de nedir?
Peki, toprağa verdiğimiz onca şehidimizin kanı boşa mı aktı?
Ya şehit analarına bunu, kim, nasıl izah edecek?
Son tahlilde buna ihanet denmez mi?

KAVGANIN ZULME DÖNÜŞÜ

45 çocuğa cinsel taciz...
10 çocuğa tecavüz...
Ama Ensar Vakfı, kardeş kurum!
Dolayısıyla “bir kere rastlanmış olması, karalamak için gerekçe olamaz“ diyebildi başörtülü, muhafazakâr ve dindar, Aile Bakanımız Sema Ramazanoğlu.
İmtiyazlı yaklaşım bir hukuk devletinde olamaz. Bunu söylemeye bile gerek yok.
Diğer taraftan, dini-diyaneti bolca kullanan bazı insanların söylemleriyle ters düşmeleri, kendilerinden önce iddialarını yalanlamakta!
Hz. Peygamber “Hırsızlık yapan kızım Fatıma dahi olsa elini keserim“ der demesine, ancak, “yolsuzluk hırsızlık değildir“ fetvalarının hangi koşullarda, kimler için verildiğini de çok iyi hatırlıyoruz.
Demem o ki, “kavga“ değerler üzerinden değil de, “amaca giden her yol mubahtır“ anlayışıyla yapılmaya başlandığında, nerede, nasıl duracağı belli olmayan; ahlaki, hukuki ve dînî sınır tanımayan bir zulme dönüşür.

HERKES BİLSİN Kİ

Devlet yönetiminin olmazsa olmazı, şeffaflık ve hesap verilebilirliktir.
Başımıza gelen ve artarak devam eden bunca felaketin müsebbibi şeffaf olmayan ve hesap vermeyen siyasilerdir. (Siyasilere yetkiyi veren ve gerektiğinde geri çekmeyen kimse -demokrasilerde bu halktır- görevini kötüye kullananlar kadar sorumludur.)
Terörü, yolsuzluğu önleyemeyen, bunların artmasına meydan veren, arttığında hesap vermeyen bir yönetim asla kabul edilemez.
Türk Milleti’ni bu karanlığa sürükleyen rastlantısal bir tarihi süreç olabilir.
Ama değilse ve sorumlu olanlar varsa:
Unutmasınlar ki gecenin en karanlık olduğu an, sabaha en yakın andır.
Ve güneşin ilk ışıkları, HAİNLERİN ÜZERİNE VURACAKTIR.