1946 sonrası Türkiye siyasetini çift kutuplu dünya üzerinden okumamız gerekiyor. Osmanlı Çağdaşlaşmasıyla da paralel olarak Türkiye, soğuk savaş döneminde Marshall Yardımları ve Truman Doktriniyle başlayan süreçte Sovyet Bloku karşısında, ABD (birinci dünya ülkeleri) safında yerini aldı. Bir köşe yazısıyla 70 yılı özetlemek, yargılamak imkânsız. Öyle veya böyle o günün konjonktürü, bir taraf olmayı gerektiriyordu.
CIA ve KGB gibi kurumlar on yıllarca dünyanın birçok ülkesinde siyasal iktidarı belirleyici faaliyetlerde bulundular. Öncelikle etnik kökenler, mezhepler veya ideolojiler zümreleştirilir, hatta PKK, ASALA, FETÖ gibi maşalar kurulur; sonra sahaya inilip toplumsal provokatörlerle kıvılcım çakılır. Terör veya iç savaş doğar. Amerikan, Rus veya Avrupa menşeili silahlar her nasılsa her yere yayılır. Ülke öyle bir hal alır ki siyasal bir boşluk doğar. Sözde bu boşluğu doldurmak yönetimi ele geçirenlerin işidir. Oyun kurulur, kartlar tekrar dağıtılır. Bu ülkesine göre 5-10 sene de bir yapılır. Bakınız: Ortadoğu. Kimse belini doğrultamaz. Doğal kaynaklar millileştirilemez. Milli ekonomik siyasal politikalar
izlenemez.
Ama Türkiye biraz farklı. Bugüne kadar ekilen nifak tohumları istenen sonucu tam anlamıyla vermedi. Milli bilinç her güçten üstün geldi. Bu milli bilincin en önemli dayanaklarından biri din. İşte tam burası bizim yumuşak karnımız. Tam bu yumuşak karın yüzünden, bizim uçaklarımızla bizi vurabildiler! Televizyonlarda yapılan itiraflarla ya da cemaatler ve tarikatlar üzerine yapılan tv. programlarıyla, bu konunun halledileceğini sanmak büyük gaflet olur.

İMAM HATİPLER

“Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması” 1925’te yürürlüğe girmiş olsa da de facto olarak tarikatlar ve cemaatler varlıklarını sürdürdüler. Kontrolsüz ve yer altına çekilerek... Bu durum kendi içinde kokuşmayı da beraberinde getirdi.
Din öğretimi ihtiyacını görmek için, 1924 yılında açılan İmam Hatip Mektepleri 1930’da kapatılır. (öğrecisizlikten) 1930-48 yılları arasında Diyanet bünyesinde hizmet veren Kur’an Kursları, 1949-51 tarihleri arasında MEB’in uhdesinde faaliyete girer. 1951 yılında 7 yıl süreli İmam Hatip Okulları açılacaktır. Bu süreçte İmam Hatipler, bazı cemaatler tarafından küçümsenir, halkın bu okullara çocuklarını göndermemeleri için protesto edilir. Hatta buradan mezun olan çocukların arkasında namaz kılınmaz fetvaları verilir!
Ancak imam hatipler toplum tarafından sahiplenilmektedir. Taktik değişir, imam hatiplere ve ilahiyat fakültelerine de el atılır. Özellikle son yıllarda açılan ilahiyatların başta Gülen Cemaati olmak üzere bazı cemaatler tarafından nasıl doldurulduğunu ilahiyatçılar televizyonlarda anlatıyor.

KISA BİR HATIRLATMA

Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devletidir. Ulus devlettir. Laiktir. Bu ilkeler bizzat anayasada ifadesini bulur. Ayrıca toplumun büyük bir bölümü Müslümandır.
Bizim devlet adamından ve devletini sevenden kastımız, yukardaki tanım doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekasını ve ilkelerinin idamesini düşünen kişilerdir.
Bundan gayrısını düşünen veya bu ilkelerle çatışmaya giren bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisiyle çatışmaya girmiş demektir.
Bunu neden söyleme gereği duydum:
Yaşadığımız problemlerin odak noktası tam da burası:
Toplum olarak, din-devlet ilişkilerinde nasıl bir tutum içinde olacağız?
Her geçen gün güçlenen cemaat ve tarikatların kontrolü nasıl sağlanacak?
Verilen kavganın modern devletin temel paradigmasıyla olduğunu ve bu zeminde büyüyen bir cemaatin, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını yok etmek üzere bir maşa haline nasıl dönüştürüldüğünü 15 Temmuz’da gördük.
Ancak hâlâ yandaş medyanın bazı yazarları ve bazı siyasiler bu gerçeği görmemekte ısrar ederek, cemaatleri “toplumun sigortası” olarak görüyor! Daha düne kadar Gülen Cemaati’nin aynı anlayışla neşv-ü nema bulduğunu göz ardı ederek.
Yapmayın beyler, yapmayın; bu toplumla, bu devletle, bu sistemle bu kadar oynamayın. Altında kalırsınız. Hâlâ bu anlayışları savunmak hainliktir. FETÖ yapılanmaları için de onbeş-yirmi yıl önce siz aynı şeyleri söylerken, tehlikeyi görenler vardı, kitaplar yazıldı, yazarları öldürüldü. Ve söyledikleri her şey bir bir çıktı.
Ezcümle, gelişen dünya düzeninde varlığımızı devam ettirmek istiyorsak, nerde durduğumuzu ve neyi neden savunduğumuzu bilmek durumundayız. Laik düzenle kavgalı, ulus devlete düşman, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini içselleştirememiş zihniyet problemlerin kaynağı demektir. Burayı görmediğimiz sürece havanda su döveriz.

LAF MI İCRAAT MI

Elini kaldırıyorsun, Rabia işaretiyle, tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek millet diyorsun...
Laflar güzel. Sonuna kadar yanındayız, arkandayız, önünde siperiz.
Ancak ben lafa değil icraata bakarım.
Cumhurbaşkanlığı makamına yeni bir başdanışman atanmış.
Yakın zamandaki konuşması anayasaya tümüyle aykırı...
Özetle diyor ki:
Türk Milleti’nin adı değişsin!
Eyalet sistemine geçilsin!
Kürtçe eğitim verilsin!
Forsa bir yıldız daha eklensin!
Şimdi sormayayım mı Sayın Cumhurbaşkanım:
Nerede kaldı RABİA?