İnsanlık medeniyetinin bir parçası olduğumuzu unuttuk mu ya da unutmakta mıyız?
Bu bir süreç olsa gerek; yavaş yavaş, sindirerek, geri dönüşü günbegün yitirerek...
Kimiz biz? İnsanlığın ve onun tarihinin bir parçası...
Başka kültürlerle, dillerle, düşünüşlerle iç içe yaşayarak var olduk; alışveriş halinde... Kâh öğrendik, kâh öğrettik; kavga ettik, barıştık... Medeniyetlerden bir medeniyet olduk.
Alabildiğine geniş, büyük bir bahçe misali düşünelim medeniyeti...
Medeniyet bahçesi; içinde koşuşanlar, durup düşünenler, tartışanlar; yazanı, çizeni...
Peki, şimdilerde neresindeyiz biz bu medeniyet bahçesinin? Bir köşesine sindik, kuytularda boğulmak üzereyiz!
Ha belki sesimiz hâlâ işitiliyor dışarıdan ama bir imdattan ziyade bir haykırma, bir azarlama! Belki de yitip gitme korkusunun verdiği bir hırçınlık, biraz da ukalalıkla karışık!
Uzun lafın kısası, kapandık içimize. Öteleri görmez olduk, dünya bizim etrafımızda döner oldu; sanki başkaları yok, sadece biz varız; en önemli olan biziz, bizim çıkarlarımız, bizim kaygılarımız!
Psikologlar bu toplumsal ruh haline ne ad verir, nasıl tanımlar bilemiyorum fakat hayırlı olmadığı açık. Bolca ötekimiz oldu, üst akıl, düşman ülkeler vs. Geçmişin tüm yükünü sırtımıza aldık, sahiplendik, bekamızı ve iktidarımızı şahsımıza ait olmayan başarılara bağladık, bunlarla övündük, bolca hamaset yaptık. Dövüşe hazırlanan horoz misali yüreklerimizi kabarttık. Öyle görünüyor ki bunlar daha devam edecek.

SORUNUN KÖKENİNE İNELİM


Peki, neden böyle olduk?
Neden içimize kapandık, görmez olduk etrafımızı?
Neden kalın kalın sınırlar ördük?
Ne zaman hatırlayacağız kendi coğrafyamızı, kendi insanımızı, baş başa kaldıkları sömürüyü, hem de özgürlük, eşitlik, kardeşlik pahasına?
Gerçekten bu sorulara cevap arıyorsak ve çözüm istiyorsak; bugün “bataklık” olarak anılan Orta Doğu coğrafyasının
halklarına, onların son beş yüz yıllık dünya geçmişindeki
yerlerine, kurdukları düzenlere bakmak gerekir. Ve bu düzenlerin dünya düzeni içinde işgal
ettiği yere...
Tam da burada, James L. Gelvin’in “Modern Orta Doğu Tarihi 1453-2015” adlı eserinin iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Gelvin kitabının girişinde, modern dünyanın iki ayırt edici özelliği bulunduğu tespitiyle başlar: “Daha öncekilere hiç benzemeyen bir dünya ekonomisi” ve “Ulus devletlerden oluşan bir dünya sistemi”, hemen ardından bu iki olgunun köklerinin “Erken modern dönem”de (kabaca 16. ve 18. yy’lar arası) aranması gerektiğini söyler. Buradaki temel vurgusu ise “Orta Doğu’nun veya herhangi bir bölgenin modern tarihini anlamak için her şeyden önce onun erken modern dönemdeki köklerini anlamak gerekir” şeklindedir.
Böylece 16. yy’dan itibaren söz konusu coğrafya için ikisi dışarıdan biri ise içeriden olmak üzere, toplamda üç önemli olayı sıralar: ‘Ortadoğu’da ve ötesinde geniş boyutlu, uzun ömürlü imparatorlukların doğuşu: Osmanlı-Safevi ve Hint-Moğol İmparatorluğu.’ Gelvin’e göre başta Osmanlı olmak üzere bu imparatorluklar bize “erken modern dönemden, modern döneme uzanan doğrudan bir bağlantı sunmaktadır.”
Diğer iki dışsal olay ise Avrupa’daki ticari devrim ve kapitalizmin ayak sesleri olan Protestan Reformu... Gelvin’in bunlardan ikincisi üzerine tespiti son derece önemlidir. “Protestan Reformu Avrupa’yı birbirinden bağımsız Protestan ve Katolik devletlere böldü, böylelikle de evrensel bir Hristiyan devleti fikrini sona erdirdi...
Bu savaşlardan sonra (din savaşlarını kast ediyor) oluşan Avrupa eskisinden çok farklıydı; din savaşlarının sonucu olarak son derece rekabetçi ve bazen de verimli ve etkin siyasal birimlere bölündü.”
Bundan sonra ise Gelvin, Orta Doğu coğrafyasının tarihsel geçmişine doğru yol alır.

İSLAMCI HAREKETLER


İşte tam da burada Gelvin’in “son derece rekabetçi” şeklinde ifade ettiği ve günümüz dünyasının iktisadi düzenine yüzyıllar öncesinden işaret edecek olan sömürü ve onun yarattığı dayatmalara Orta Doğu halkları nasıl cevap verdiler sorusunu sormak gerekir. Cevaplandırılması gereken temel sorudur bu...
Böyle bir karşılaşmaya ve rekabete aklen (bilim-eğitim/öğretim-edebiyat-sanat) ve bedenen (devlet-askeriye-hukuk-özgürlükler) hazır mıydılar?
Yoksa ansızın karşılaştıkları bu dayatmaya karşı edilgen mi kaldılar?
Şayet vaziyet böyle ise yalnız kalmanın, yalnızlaşmanın ve radikalleşmenin kökleri buralarda aranabilir mi?
Ya da Orta Doğu demokrasilerinde ortaya çıkan İslamcı hareketler bu sömürü düzenine karşı bir yapılanma mıdır, yoksa bizzat onun bir parçası mı?!
Ezcümle hamasetle ve boş tartışmalarla bir yere varılamayacağı çok açık.