Günümüz dünyasında gerçeklikle, yaratılmış gerçekliği ayırt edebilmek zor. Hele kişi yaşam mücadelesine düşmüş de edebiyata, felsefeye, derin düşünceye ayıracak zamanı kalmamışsa, bu ayırımın farkına varması neredeyse imkânsız. Tam da bu noktada “hiper-realite” kavramını paylaşmak istiyorum.
J. Baudrillard bunu kısaca “aslı ya da gerçekliği olamayan bir gerçek” olarak tanımlar. U. Eco ise kavramı “gerçek sahte” bir oksimoron şeklinde ele alır. İki filozofun da verdikleri örnek, Disneyland’dır: Burada kurgulanan ana cadde, gerçek ölçekte evler ve figürler “gerçekçi” görünmek üzere inşa edilmiştir ve ziyaretçilerin gözünde fantastik bir geçmiş algısı yaratır. (U. Eco, Travels in Hyperreality)
Bu sahte/yaratılmış gerçeklik aslında insanlar için bir arzu nesnesine dönüştürülür ve kendi rızalarıyla satın almaları sağlanır. Öyle ki bir noktadan sonra insanlar, geçmişin; daha isabetle ifade etmek gerekirse ortaçağın “gerçekte” Disneyland gibi bir yer olduğuna inanırlar. Post modern algı yönetimi aşağı yukarı böyle işler. Olgusal gerçekliğin karşısına “sahte gerçeklik” konulur. İktisadi alanda bunun adı geç dönem kapitalizmidir. Siyasi alanda muhafazakâr demokrasi; dini alanda ise siyasal-ılımlı İslam’dır, kendi ülkemizden hareketle konuşacak olursak. Aslolan vatandaşın bu iki “gerçeklik” alanını birbirinden ayırt edebilmesi ya da edememesidir.

BATI BİZİ KISKANIYOR


Bu “sahte gerçeklik” bir başka ifadeyle algı operasyonu, tüm değerleri hercümerç etmiş durumda... Ahlak ahlakçılığa, din dinciliğe, siyaset simülasyon oyunlarına, eşyayla ilişki bağımlılığa dönüşürken, her şeyin manipüle edildiği bir dönemden geçiyoruz.
Değer gibi sunulan ne varsa -mış gibi olmaktan ibaret.
Gerçek olanın kaybolduğu, “model olanın!” öne çıktığı bu sahte gerçeklik, yazılı ve görsel iletişim kaynaklarıyla dayatılmakta. Yedik içtiklerimizden okuyacağımız kitaba, nasıl inanacağımızdan kime oy vereceğimize kadar sahte gerçeklikle karşı karşıyayız.
Mesela “genel irade” tiyatrosunda, liderlerin keyfine bırakılan demokrasi ve özgürlüklerin savunulmasını da yine onlardan beklemek; şaka gibi...
“Batı bizi kıskanıyor; niye kıskanıyor, işte bu barajlardan ötürü, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden ötürü, boğazın altından geçen Marmaray tünelinden, metrolardan ötürü...” Gerçekten böyle mi; Batı ülkelerinin kullandıkları metro, tünel ve barajlar bizimle mukayese edilirse, kıskanılacak durumda mıyız? Ankara ve İstanbul metroları; Londra, Paris, Madrid, Barselona, Berlin, Stockholm, New York, Moskova metrolarıyla mukayese edildiğinde bu kentlerin gerisinde olduğumuz apaçık ortada değil mi? Alt yapı ve üst yapıda durum farklı mı?
Yükselen rezidanslar, AVM’ler ve sokaktaki arabalar ile gelişmişlik arasında kurulan ilişki de hiper-gerçekliğin ürünü. 90 yıllık büyüme serüvenimize bakalım; Cumhuriyetin (1923-50) ilk yıllarında yakaladığımız oranı (% 8.1) bir daha tutturamamışız.
Uçtuk, uçuyoruz simülasyonlarıyla kıskanılan ülkeyiz, öyle mi?
Hani şu “yeniden diriliş” hikâyesini de “hiper-gerçeklik” üzerinden bir daha düşünmeye ne dersiniz?

BUHARLAŞAN İDEALLER


Tüm özgürlükleri neredeyse bir başörtüsüne indirgeyen siyasal İslamcıların, dillerinden düşürmedikleri tek adam zihniyeti eleştirilerinin de nasıl buharlaşıverdiğini, Ahmet Davutoğlu örneğinde bir kez daha görmüş olduk.
İnsanları putlaştırmayınız diye bağıranların, ayetleri-hadisleri Kur’an’ın ifadesiyle “az bir pahaya” sattıklarını, İslam’ın koca koca ilkelerini dünyevi çıkarlar uğruna nasıl heba ettiklerini, “sahte-gerçeklik” gözler önüne serdi. Gökten vahiy inercesine dinlenilen “lider mesajını” başka türlü okumak mümkün müdür, bilmiyorum.
İnsanı arındıran, inşa eden ve sade bir hayat öngören İslam şekilperestliğe dönüşünce putperestliğin başka bir yüzüyle de tanışmış olduk. Varsa yoksa biçim üzerinden yapılan tartışmalar, naklen yayınlarla kılınan Cuma namazları, yoksula yardım yapılırken çekilen fotoğraflar dindarlık addedilirken; israf, gösteriş, debdebe, lüks arabalar, köşkler, devasa düğünler muhafazakârlığın alametifarikası oldu.
Oysa dinin en temel unsuru ortada yok; huşu...
Huşuyu hayret ve hayranlık oluşturur.
Hayret ve hayranlık için hızı kesmek ve hayatı yavaşlatmak gerekiyor.
Sahte gerçekleri, soluklanmadan ve meşguliyet alanlarında derinleşmeden fark etmek hiç mümkün değil.
Varlıkla birebir ilişki içine girmek ve hayatı “hayy” üzerinden tefekkür etmek.
“Bir saatlik tefekkür, bir senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır” hadisi mucibince...
Aksi takdirde mi; ‘Yeni Türkiye’ Disneyland’ında iyi uykular...