‘Her şey eskiden daha güzeldi’ düşüncesi yaşadığı çağa ayak uydurmakta zorlanan insanların sığındığı bir bahanedir diye düşünüyor olabilirsiniz belki. Woody Allen’ın “Paris’te Bir Gece Yarısı” filmini hatırlayın; genç adam zamanda bir yolculuğa çıkıyordu ve her gittiği dönemin insanları, eskiden her şeyin daha iyi olduğunu söyleyip duruyorlardı. Aynı fikre çok eskiden yazılmış büyük edebiyat klasiklerinde bile rastlamak mümkündür. Demek ki onca gelişmeye rağmen insanlık çok da doğru bir şekilde ilerlemiyor. Hiçbir şey daha iyiye gitmiyor, her şeyin içi boşalıyor giderek.

asiklar-sehri-1

“Aşıklar Şehri” gözlerimizi nemlendiren şahane bir müzikal aşk filmi. Ama film sadece özendirici bir aşk hikayesi anlatmakla kalmıyor. Artık bu ortamda eski filmlerdeki gibi bir aşk yaşamak, teknolojinin bozmadığı eski tarz müziklerle bir yere varmak, eski alışkanlıklarımızı (hatta sinema salonlarımızı) ve hayallerimizi koruyabilmek hiç kolay değil de diyor. Zira Sebastian ve Mia da aralarındaki bu ‘değerli’ aşkı korumakta çok zorlanıyorlar. Çünkü yine eskide kalmış bir şeyi yaşatmaya çalışıyorlar: kendinden önce bir başkasını düşünmek!

Müzisyen Sebastian’ın yapmak istediği klasik caz, asansör müziğine indirgenmiş adeta can çekişiyor var olabilmek için. İstediği müziği çaldığı an çalıştığı bardan kovuluyor. Oyuncu olmaya çalışan Mia, katıldığı seçmelerde bile sürekli yarım bırakılıyor. Zaten eski değerleri sürdürmek isteyenlerin bir şey yaşamasına izin vermeyen bir düzendir bu. İrili ufaklı o kadar çok şeyle mücadele etmek zorundasınız ki, istediğiniz gibi yaşayabilmek için; Sebastian’ın klasik müzikallerdeki gibi Mia’yla şarkı söyleyip dans ettiği romantik sahneyi bir iPhone sesinin sonlandırması gibi artık hayatımız. Sinemada eski bir filmi izlerken, bir cesaretle sevdiğinizi öpmek üzereyken bir anda tüm ışıkların yanması gibi hatta; Mia’nın canhıraş bir şekilde yüreğinden kopararak yazdığı tiyatro oyununu ‘tek kadının oynadığı oyunlar çok kötü oluyor’ diyen adamlarla dolu ortalık. Maddi gerçekler bazen ideallerinden ödün vermeye zorlar seni, Sebastian gibi bir gün bir bakarsın ki eskiden eleştirdiğin şeylerin tam içindesindir artık!

asiklar-sehri-2

Yıldızların üzerine çıkarıyor...

Mia kötü birkaç tesadüf sayesinde tanıştığı Sebastian’a aşık oldukça, onun istediği müziği yaptığı ve tutkuyla sevdiği müziği yaşatmak için açmayı planladığı caz kulübü hayaline sonuna kadar destek verir. Sebastian da Mia’nın oyunculuk hayalleri için her zaman onu cesaretlendirir. Ama gerçekler hep ikisinin de hayallerinin önünde engeldir. Onları izleyen herkesin kıskandığı bu güzel aşk, yukarıda bahsettiğim, bu çağın engebelerine ne kadar dayanabilecektir acaba?
“Aşıklar Şehri” klasik Amerikan müzikallerine saygı ve sevgisini gösterdiği şahane koreografilerle, birbirine çok ama çok yakışan iki oyuncusuyla, özenle çalışılmış müzikleri ve yönetmen Damien Chazelle’in samimi, dinamik, enerji dolu üslubu tıpkı Sebastian ve Mia gibi sinema seyircisini de büyülüyor, yıldızların üzerine çıkarıyor. Aşka yeniden inanmak istiyorsunuz, gülüyor, kıskanıyor, hüzünleniyor ve içiniz türlü duygularla dopdolu çıkıyorsunuz sinema salonundan. ‘Olmasaydı sonumuz böyle’ diyen müzikal final de son yıllarda izlediğimiz en güzel finallerden biri kesinlikle...

Ama şu bir gerçek ki; iki aşığı oynayan Ryan Gosling ve Emma Stone’un varlığına, onların kimyalarına çok şey borçlu film. Çünkü hikayenin açıklarını ikisinin bu şahane uyumu ve sıcak performansları kapatıyor. O kadar iyiler ki, Mia ve Sebastian’ın kağıt üstünde hayli yüzeysel kurulmuş karakterlerini kendileriyle dolduruyorlar, filmde dramatik bir kırılma yaratan ve aralarında bir anda başlayıveren sorunun nasıl aceleye getirildiğini sorgulayamıyor, hoşgörüyorsunuz onlar sayesinde. Belki filmin biraz daha uzun olması göze alınıp senaryo bu yönleriyle daha güçlendirilse çok daha fazla sevecektik...

Bittikten sonra etkisini üzerinizde taşıyacağınız, gerçek hayattan bir süreliğine uzaklaşabileceğiniz büyülü filmlerden biri “Aşıklar Şehri”. Kaçırmayın derim...

4,5 yıldız
Aşıklar Şehri
Yönetmen: Damien Chazelle
Oyuncular: Ryan Gosling, Emma Stone, John Legend
128 dakika

Bizim hikayemiz!

Bazı hikayeler ne kadar tanıdık gelirse gelsin ve ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın, tekrar tekrar anlatılmak zorunda. İngiliz sinemacı Ken Loach çok eğerli bir yönetmendir. Özellikle de emekçi insanların sorunlarına eğilen filmlerini, demode, birbirine benziyor ya da ‘yeter bıktık artık’ diye eleştirenler ömürlerinde üç kuruş para kazanabilmek için nefret ettikleri işlerde çalıştılar mı hiç acaba? İktidarların, sistemin, kapitalizmin, egemenlerin ezdiği insanların dramatik hikayelerini ne kadar anlatsak, ne kadar izlesek az. Dünyada kötülük, bencillik maalesef hep vardı ve hep olacak. Ama insanlık onuru böyle hikayelerle hep hatırlatılmalı, hiç unutturulmamalı.

ben-daniel-blake

“Ben, Daniel Blake”, kalp rahatsızlığı yüzünden çalışamayan, devletten işsizlik maaşı almaya çalışan dul bir emekçinin mücadeleyle dolu buruk hikayesini anlatıyor. Çünkü bitmek bilmeyen bir bürokrasi trafiğinde kaybolur. Daniel Blake, kendisi gibi sosyal adaletsizliğin en vahşisini yaşayan ve yaşam mücadelesi veren Katie adlı bir kadına ve iki çocuğuna da sahip çıkmaya çalışır elinden geldiğince. Ama hayat ve sistem acımasızdır, sıradan insanların sırtından beslenir...

“Ben, Daniel Blake” değerli bir film kuşkusuz. Gücünü Ken Loach’un kadim arkadaşı senarist Paul Laverty’nin güçlü senaryosundan alıyor en çok. Sade, gereksiz süslemelerden kaçınarak, gerçekçi, sert, tavizsiz ve tabi ki de ‘insan’dan taraf. İngiltere’de geçiyor ama her ülkenin sorunu aslında. Üstelik İngiltere gibi Avrupa’nın tam ortasında olan, bizdeki gibi sorunlarla boğuşmayan bir demokrasi beşiğinde bunun yaşanıyor olması ne kadar da acı. Filmin tahmin edilebilir sonunu işaretleyen kimi sahneler fazla ‘büyük’ hissi yaratmıyor değil (Katie’nin konserve açtığı sahne mesela) ama yine de bu sahnelerin içinizi cız etmesine engel olamıyorsunuz.

Daniel Blake rolünde samimi bir performans çıkaran İngiliz komedyen Dave Johns, Katie’yi oynayan Hayley Squires de akılda kalıcı olmayı başarıyorlar. İyi komedyenler dramatik rollerde harikalar yaratırlar tesbitinin yepyeni bir kanıtı Dave Johns’unki. “Ben, Daniel Blake” vatandaşına sadaka verir gibi sosyal hizmet yapan, onu da müthiş bir gönülsüzlükle uygulayanların vicdanlarına sesleniyor. Hâlâ bir parça kaldıysa tabi!

Özellikle de asgari ücretin 1.300 liradan 1.404 liraya çıkarıldığı şu günlerde izleyin bu filmi Allah aşkına!

4 yıldız
Ben, Daniel Blake
Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Dave Johns, Hayley Squires, Sharon Percy
100 dakika, 7+

Hafif bir seyirlik

“Çin Seddi”, adında işaret ettiği gibi insanoğlunun en büyük eserlerinden biri olan, yapımı yıllarca süren o binlerce kilometrelik duvarın gerçek hikayesini anlatmaya soyunmuyor. Aslında yapılış nedenleri konusunda da tarihçilerin çok anlaşamadığı söylenir. Bize okullarda öğretilen amaç, Çin’i Moğol saldırılarından korumaktı. Hemen başında da yazdığı gibi bu film, gerçekleri değil hakkında uydurulmuş efsanelerden birini konu alıyor. Filmdeki efsaneye göre bu duvar, eski zamanlarda dünyaya çarpan büyük bir meteor yüzünden türemiş yaratıklara karşı dünyanın geri kalanını korumaktadır. Yolu bu duvara düşen iki yabancı, Çin ordusunun bu zor mücadelesine en başta gönülsüzce destek olurlar. Ancak olaylar giderek vahşileşir.

cin-seddi

“Yüzüklerin Efendisi”, “Warcraft” ve uzakdoğu efsanelerinin orantısız karışımı bir hikayede, “Kahraman” ve “Parlayan Hançerler” gibi filmler çekmiş bir üstad sinemacı olan Zhang Yimou’nun ne işi var anlamak zor. Bilgisayar efektlerinin daha açılıştan itibaren kendisini fazlaca belli ettiği filmde, karakterler son derece yüzeysel ve hikaye fazla basit. Matt Damon da bu hikayeye, bu dekora ve döneme yapıştırılmış gibi duruyor. “Narcos” dizisindeki rolüyle dikkat çeken Pedro Pascal da filmin mizah yüzü olmuş. Uzakdoğulu oyuncular Andy Lau ve Jing Tian da ilgiyle izletiyorlar kendilerini.
“Çin Seddi” baştan sona sıkılmadan izlenen ama hiçbir iz bırakmayan seyirlik bir yapım.

2 yıldız
Çin Seddi
Yönetmen: Zhang Yimou
Oyuncular: Matt Damon, Pedro Pascal, Jing Tian
104 dakika, 7+