Dolar almış başını gidiyor. Büyüme yavaşlıyor, doğal olarak işsizlik artıyor. Kısaca işler “tıkırında” gitmiyor. Ufukta da bir iyileşme gözükmüyor. Siyasete gelince. Bırakın Musul’un IŞİD’den (Irak Şam İslam Devleti) kurtarılmasında Türkiye’nin devre dışı bırakılmasını (ki; bizim için çok ama çok hayırlı olmuştur) Başika’yı bile IŞİD’den Peşmerge temizledi. Diğer yandan Amerika, karşı çıkmamıza rağmen, Suriyeli Kürtlerle tam bir ittifak halinde.
Yurtiçinde PKK ve FETÖ ile uğraşmak ise, devleti ve milleti fevkalade yoruyor. Böyle bir tablo karşısında insanın aklına “Acaba tüm bu meseleler aynı kök sebepten kaynaklanmış olmasın?” sorusu geliyor.

KÖK SEBEP ANLAŞILMADAN SORUN ÇÖZÜLEMEZ

Sorun çözme sürecinin ilk adımı “sorunu tanımlamaktır”. İnsanların sorun dedikleri şey, çoğu kez sorunun kendisi değil, onun sıkıntı veren belirtileridir. Nitekim tıpta “Hasta, şikâyetini söyler; hastalığı hekim teşhis eder” kuralı vardır. Belirtilerden kalkarak, ardışık sorularla derinlere inilirse “kök sebep” bulunabilir. Kök sebep ortadan kaldırılabilir veya denetim altına alınabilirse, ondan türeyen sebepler de sorunlar da bir bir çözülür.

HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT

Gözlemim şudur: Türkiye, özellikle son yıllarda karşılaştığı sorunları çözmeye çalışırken öncelikle “dedem yaşasaydı ne yapardı” yöntemini yani “geleneksel aklı” kullanıyor. Referans olarak da doğruluğu çok tartışmalı İslamî kaynaklara başvuruyor.
“Bizim için, onun bunun ne dediği önemli değildir, önemli olan Allah’ın dediğidir” diyor. Mesela AB Türkiye hakkında “ilerleme/gerileme raporu” yayınlıyor. Ne dedikleri orada yazıyor. Peki, Allah’ın o raporda yer alan konularda ne demiş olduğunu kim biliyor? Bu araştırmayı kim yapacak? Anadili Arapça olan IŞİD Halifesi El Bağdadi mi, TV yıldızı Cübbeli Ahmet Hoca mı, eski bakan Profesör Mehmet Aydın mı, yoksa Diyanet İşleri Başkanı mı? Ya da herkes 14 asır önce inmiş, 14 asır önceki Arapça ile kayda alınmış Kuran’ı kendi okuyup, hüküm buymuş diye kendi mi karar verecek?

HİÇBİR ŞEY KENDİNİN REFERANSI OLAMAZ

Burada iki sorun var. Birincisi, İslam’ın Kuran dışı kaynakları güvenilir değildir. Özgün kaynak Kuran’ın da, hangi şartlar altında neyi emrettiği net değildir. Bu da çok doğaldır. Çünkü kutsal kitaplar felsefi ve bütünsel metinlerdir. İçinden cımbızla ayet çekilerek hüküm ihdas edilemez. Dolayısıyla, hiç kimse “Allah böyle demiştir” diyerek karşı bir rapor yazamaz. Yazarsa bu, Allah’ın dediği değil yazanın cevabı olur. İkinci ve daha önemli sorun, kutsal kitaplarda yazılanların doğruluğunun irdelenememesidir. Dinler burada kanıt olarak yine kitabın kendisini gösterirler ki, bu mantıksızdır. Çünkü hiçbir şey kendinin referansı olamaz. İşte dinleri kısır döngüye sokan ve toplumları geri bırakan şey budur. Hristiyan kaynaklarının, astronomiden mikrobiyolojiye kadar, fen bilimleriyle ters düştüğü her alanda yanlış bilgi içerdiği anlaşılınca, Hristiyan dini kendi kendinin referansı olmaktan vazgeçmiştir. İslam’da da Kuran’ı akıl ve bilim referansıyla yorumlayan birçok değerli ulema çıkmıştır.
Ama ne yazık ki; Müslümanlar onlara itibar etmemiştir. Belki de o din âlimleri, hükümdarların emrine girmeyi reddettiği için, toplumsal gelişmeye yeterli katkı sağlayamamıştır. Batı toplumlarının aydınlanması, dinin sadece fen bilimlerine değil sosyal bilimlere de saygı göstermesinden sonra başlamıştır.
Din, insanları barıştıran ve sevgiyi yayan bir kültür kurumu olarak varlığını sürdürebilir. Ama ortada referansı doğa olan, dağ gibi ilim dururken din, hukukun, iktisadın ve siyasetin “en hakiki mürşidi” olamaz.
Son söz: Geri kalmış toplumların dini de geri kalmıştır.