Bazen sadece yalnızlık korkusundan çift olmaya çalışıyoruz. Bunun için dalavereler çeviriyor, ‘mış’ gibi davranıyor, ‘benzedikçe’ yaklaşacağımızı düşünerek ortak noktalar uyduruyoruz…



Eğer sevgiliniz yoksa bir otele kapatılacaksınız.
Belli bir süre içinde sevgili bulamazsanız ve o zamana kadar başka ‘yalnızlar’ tarafından avlanmamışsanız, bir hayvana dönüşecek ve hayatınızı o hayvan olarak geçireceksiniz.
İşte size süper bir soru: “Hangi hayvan olmak isterdin?”
O günden, ‘The Lobster’ adlı filmi izlediğimden beri düşünüyorum.
Hangi hayvan olmak isterdim? Niye o hayvanı tercih ederim?
Şehirde doğup büyümüşüm ya, insanlara yakın bir hayvan olmaya çalışmaktan alamıyorum kendimi mesela! Ne saçma.
Oysa kartal ol, yunus ol, mürekkep balığı ya da çita ol; olmaz mı? Ne güzel olur.
Neyse… Hayvana dönüşmek insanı korkutabilir tabii.
O korkudan mı bilinmez, herkes umutsuzca ‘çift’ olmaya çalışıyor.



HİS VAR MI HİS!

Tıpkı bugünkü hayatlarımızdaki gibi… Her an bir hayvana dönüşebilir ya da çiftlerin dünyasında birileri tarafından vurulup öldürülebilirmişiz gibi… Çiftleşmeye çalışıyoruz, iyi güzel de, bazen sadece çift olmak için yapıyoruz bütün bunları.
“İnsanın hissetmediği halde hissediyor gibi davranması, hissettiği halde hissetmiyor gibi davranmasından daha zor.”
İçeriğine dair çok ipucu vermeden bahsetmeye çalıştığım ‘The Lobster’ın bence en güzel cümlesi buydu.



Yarın Sevgililer Günü…
Hayatımızda biri var mı yok mu diye topluca kontrolden geçtiğimiz tarih.
Candan sevdiğiniz bir can varsa ne âlâ.
Ama sevdiğiniz yoksa, kim bilir, belki de durumunuz ‘hissediyormuş gibi yapan’ milyonlarca insandan daha iyidir.


Doğru erkeği mi beklemeli? Zaman da ne çabuk geçti!


“30’larında bir arkadaşım ‘Artık kocama aşık değilim. Bu, ona da bana da haksızlık’ diyerek eşini terk etti.
O da, çok çalışan, iyi gezen, bağımsız, çevresi diğer bekar kadınlarla çevrili bir kadın haline geldi...
Görünüşte her şey yolundaydı. Başarılıydı, finansal ve duygusal anlamda güvende görünüyordu.
Ancak içten içe sormaya başladı: ‘Acaba doğru şeyi mi yaptım?’
Yanlış yaptığı sonucuna varmış olacak ki, bir süre sonra eski kocasına döndü. Altı ay sonra da hamile kaldı.
Kocasını seviyor ya da sevmiyor ama şimdi yeterince mutlu görünüyor.
Bizse -onun bir grup bekar kadın arkadaşı- tüm bu olan biteni konuşur, hafif de onu kınarken bir kez daha teker teker andımızı içtik:
Aşık olmadığım ya da çok çok sevmediğim bir adamla evlenmektense bekar kalmayı tercih ederim.”

AŞKA BİR BAKIP ÇIKTI!

Nadirdir; bazı insanlar böyledir.
Varsın bedel ödesinler; sevmedikleri işte çalışamaz, ‘öylesine’ birliktelikler kuramazlar. Helal!
Ama hikaye böyle bitmiyor.
Yukarıdaki satırların 38 yaşındaki sahibi İngiliz yazar Lucy Taylor, bir süre sonra biyolojik saatinin sürekli ilerlediğini, ‘bay doğru’yu beklemenin Godot’yu beklemekten farksız olduğunu, filmlerdeki romantizmin ‘bir hayaI yumağı’ olduğunu’ düşünüyor!

EN AZINDAN DENEDİ!

20’li yaşlarda terk ettiği adamla yıllar sonra yeniden karşılaşınca “Hımmm, aslında bu adam da iyi bir baba olabilir” demeye başlıyor.
Ve bir direnişçi daha davayı bırakıyor!
Yarın ‘Sevgililer Günü’…
Candan sevdiğiniz bir can varsa ne âlâ.
Bazen beklemek, bazen de beklememek iyidir. Denememiş, aramamış olmanın ızdırabı fecidir! Bu nedenle Lucy, her zaman bizdendir!