4

Bayramda İstanbul’da Boğaz’da yüzdüm. Kendimi Everest’e tırmanmış, bir tabuyu yıkmış, benden alınanı geri almış gibi hissettim!

“Su kenarında yaşamak… Bu yaşama biçimi tiryakilik yaratır. İstanbullu su tiryakisidir. ‘Leb-i deryada’ yani denizin dudaklarında yaşamak eski İstanbullunun aşkıdır.
Sandılar ki sahil yolları yapılırsa halk denizle bütünleşecek. İstanbul kıyıları, Fransa’nın güney kıyılarındaki Nice ve Cannes’a benzeyecek. Hiç benzemedi. Oralarda kilometrelerce sürüp giden, yaklaşık 100 metre genişliğindeki kumsallar hayat kaynıyor. Deniz eşyasını alan kumsala yatıp saatler geçiriyor. Hanımlar üstsüz falan. Bizim bayağı sahil yolları trafik canavarıyla kara-deniz ilişkisini balta gibi kesiyor. Eski güzelim kumsallar yok edilmiş. Manda yalaması kıyı çizgisinde kumsal oluşmuyor.

5

Denizin dudaklarında…
Oluşsa bile ne olacak? Halka açık bile olsa, orada tek bir üstsüz hanım gözükse yangın haberi gibi hızla dolaşır, binlerce ‘aç’ sahile akın eder.
Üstelik dolgularla kazanıldığı sanılan alanlara binalar yapılmaya başlandı. Yıllar geçecek yeni binalar yapılacak.
İstanbullunun leb-i deryada, yani denizin dudaklarında yaşama hakkı ve zevki, imar barbarları tarafından yok edildi.”
Aydın Boysan’ın ‘İstanbul’un Kuytu Köşeleri’ adlı kitabından cımbızladığım bu satırlara itirazı olan var mı?
Denizin bu kadar içinde ve kıyısında yaşayan kentliler olarak sudan olabildiğince uzaklaştırılmadık mı?
İstanbul’daki güzel kumsallar, kumluk alanlar yok edilmedi mi?

Şehir kumsallarına özlem

Annem ve anneannemin Ataköy Plajı’ndaki fotoğraflarına bakarak büyüdüm. Ben ve kardeşim yüzmeyi Marmara Denizi’nde öğrendik.
Tabii yine o zamanlar İstanbul’daki yazlık evimizin önündeki ‘kumdan’ denize girerdik.
Şimdi ev aynı yerde; evin önünden ise bir cadde, bir sıra ev ve güya bir sahil yolu geçiyor.
Yüzmeyi öğrendiğimiz, akşamüzerleri voleybol maçları yaptığımız, geceleri gitar çalıp şarkı söylediğimiz yerden denize girebilmek için şezlong ve şemsiye kiralamamız, kötü bir müzik dinlememiz gerekiyor. Üstelik kum da yok artık, her yer beton…
Bu yüzden bayramda kafama taktım ve bir hayalimi gerçekleştirdim.

Bu hanımefendi eşini bir merdivenden bırakıyor, terlikleri eline alıp diğer merdivende karşılıyor. Bu hanımefendi eşini bir merdivenden bırakıyor, terlikleri eline alıp diğer merdivende karşılıyor.


Akıntı var mı? Temiz mi?

Her bayram öncesi gazetelerde, ‘şehirde kalacaklar için yapılacaklar’ rehberleri hazırlanır ama “Boğaz’dan denize girin” önerisi pek yapılmaz…
Oysa ne güzelmiş.
Bayramın üçüncü günü Bebek ile Rumelihisarı arasından, Aşiyan Mezarlığı’nın karşısından denize girdim.
Instagram ve Facebook’a sadece bir fotoğraf koydum, oradaki yorumlardan da anlıyorum ki büyük şehirde de denizle iç içe bir yaşam yüzlerce kişinin hayali ve istediği.
Biz sadece seyretmek değil, dahil olmak, onunla yaşamak, onunla arınmak istiyor, öyle olursa ait hissediyoruz.
Kimi, “Benim de en büyük hayalim” diyor, kimi, “Haydi hep birlikte” diyerek arkadaşlarını gazlıyor, kimi de bana akıntıyı, denizin temizliğini soruyordu.
Temizlik oranını test ederek yüzmedim ama benim için denizin en kötüsü bile havuzdan iyi! Serin ve berrak olması da bana kârdı.
Benim denize girdiğim yerde akıntı çoktu; bu nedenle su süper berrak. Genellikle insanlar bir merdivenden inip kendini bırakıyor, ikinci merdivenden çıkıyor. Bense ‘kıyı kıyı yüzme’ taktiğimle çok mutluydum.

İşten çıkıp yüzebilsek

Köpek gezdirenlerin, koşanların, yürüyüş yapanların yanından geçtim…
Minik çimlik alanda güneşlenen, tavla oynayan, çekirdek çitleyen abilerin arasından, benden 10-20 yaş büyük olmalarına rağmen atraksiyonlu atlayışlarını eksik etmeyen beyfendilerle vapurlar yanımdayken yüzdüm.
“Yine gel” dediler; “Şimdi hiç kadın yok ama eski İstanbullu hanımefendiler sabah erken gelirler; onlarla da girebilirsin” diye eklediler.
Kişisel şeyler yazmaktan hoşlanmam.
Ama pek çoğunuzun ne demek isteğimi anlayacağınızdan eminim. Kendimi Everest’e tırmanmış, bir tabuyu yıkmış ve benden alınanı geri almış gibi hissettim.
Bir arkadaşımın yazdığı gibi, “Her İstanbullunun Boğaz’da yüzerken bir fotoğrafı olmalı.”

OYUN HAMURU GİBİ OYUNCU!

Kolombiyalı uyuşturucu kralı, patronu, kaçakçısı Pablo Escobar’ın hayatından yola çıkarak hazırlanan dizi ‘Narcos’, Netflix’in malum en beğenilen yapımlarından biri. İkinci sezonu da muhteşem ve aynı etkileyicilikte, “Kötü adam, iyi hikaye ve harika oyunculuk” üçlüsünün etkisi büyük. Özellikle başrol oyuncusu Wagner Moura’ya hayranlık beslememek mümkün değil.
Pablo Escobar gibi baskın, onun kadar bilinen bir karakteri o kadar iyi oynamak…

2-51

Üstelik dizide ara ara gerçek görüntüler de kullanıldığı için Escobar’ın kendisini de görüyoruz, yine de Moura bazen daha gerçek gelebiliyor; o kadar iyi! İlginç olan Moura’nın dizi başlamadan önce İspanyolca bilmiyor oluşu. Dizinin ilk önce İngilizce çekilmesi düşünülmüş. Ama Moura Brezilyalı, dolayısıyla İngilizce’yi de aksanlı konuşuyor. Kendisi durumu anlatırken, “Tamamen yanlış rol dağılımı yapılmış gibiydi. Çok sıskaydım ve gram İspanyolca bilmiyordum. Önce üniversitede İspanyolca dersleri almaya başladım, sonra da 18 kilo aldım.” Diziyi seyredenler kilo ve İspanyolca konusunda da Moura’nın başarısını görebilir! Darısı bizim oyuncularımızın başına.

1