Özge Samancı’nın kasım ayında ABD’de yayımlanan “Dare to Disappoint: Growing up in Turkey” adlı grafik romanını ancak okuyabildim. Türkiye’de büyümeyi anlatan romanın adını Türkçeye sanırım “Sıkıysa Memnun Etme” diye çevirmek mümkün.
İzmir’de büyüyen, şimdi Amerika’da yaşayan ve Northwestern’da ders veren Samancı, çizim yapmadan önce Boğaziçi’nde istemeden matematik okumuş. Hayatı birilerini memnun etme korkusuyla geçmiş ve romanının sonunda tam da Boğaziçi’nden güç bela mezun olmak üzereyken arkadaşlarının önerisiyle çizmeye başlayıp nasıl yeni bir hayata adım attığını anlatıyor.

İzmirli Özge Samancı artık Chicago’da yaşıyor.


Babası mühendis olmasını istiyormuş, o ise ne istediğini bilmiyormuş...
Doğrusu ilk sayfalarda çok çarpıcı bir büyüme hikayesiyle karşılaşacağımızı düşündüm. Mesela ilkokul öğretmenine hayranlığı pek çok sayfayı kaplıyor; bu hayranlığın bir bölümü hocasını öpme isteği. Üç-beş sayfa süren bu maceranın sonunda öğretmenini yanağından öpüyor ve hikaye burada bitiyor...
Sonradan aynı öğretmen cetvelle onu ve sınıf arkadaşlarını bir zamanlar milli eğitimden alışık olduğumuz üzere dövüyor...

Özge Samancı’nın romanı Atatürk’ün gölgesinde büyümeyi anlatıyor.


İlginç bir hikaye mi? Doğrusu bunun bir lezbiyen bir olay örgüsünün kapısını açtığını düşündüm önce... Kapı hiçbir yere açılmadı.
Samancı’nın hayatı o kadar ilginç değil. İzmir’den İstanbul’a geliyor, yurtta kalıyor, dinci arkadaşları da oluyor, tam karşıtları da... Lisede tiyatro kulübü kurmak istiyor, ama İslamcı öğretmenleri din temalı bir oyun önerince hafiften isyan edip okuldan atılıyor, İzmir’e, düz liseye dönüyor. Oradan Boğaziçi’ni kazanıyor, birkaç yıl uzatmayla bitiriyor. Bu arada Bekir adlı bir erkekle birlikte oluyor-kendi özel hayatına dair herhalde tek bilgi de bu.
Peki sizce buraya kadar ilginç mi?
Hiçbir kısmı değil. Zaten
kendisi (ya da editörleri) bu sıkıcılığı fark ettiğinden Türkiye’de büyümek konusunu ancak çeşitli soslar katarak doldurulmuş.
En büyük rolü Atatürk kaplıyor.
Türkiye’nin her yerinde Atatürk büstü olması, her yere Atatürk posteri asılması gibi klişeler kitapta var. Ne de olsa bu sıradan hikayenin yabancılara satılması gerek ve Küçük Prens’teki “Türk diktatörü” algısının alıcısı hazır. Cumhuriyet’in alfabe, şapka gibi devrimleri de tabii ki karikatürize edilmiş.
Hadi bu ezber metne alışkınız, ama asıl vahimi Samancı okulda dayak yemesini de, kitaba adını veren babasını ve çevresini hayal kırıklığına uğratmama korkusunu da hep Atatürk’e bağlıyor. Bütün Türklerin asker doğduğundan, herkesin Atatürk için ölme düsturuyla yetiştirildiğinden bahsediyor.
Bir aksesuar olarak Atatürk düşmanlığı... Yüzeysel ve sadece pazarlamaya yönelik. Bu kısımları olmasa Samancı’nın kitabı neden yayımlansın? Çizgiler güzel, ama hikaye yok...

Özge Samancı’nın romanı Atatürk’ün gölgesinde büyümeyi anlatıyor.


Tesadüf bu ya, yine gecikmeyle (bu sefer bir 10 yıl kadar) okuduğum Alison Bechdel’in “Fun Home” adlı otobiyografik grafik romanını da yeni bitirdim. Hilal Kaplan ve eşi Süheyb’in de ilgileneceği bu hikayede, ailesine -butch- lezbiyen olduğunu itiraf ettikten sonra babasının da eşcinsel olduğunu öğrenen Bechdel karmakarışık ve çok katmanlı bir aile ve büyüme hikayesi anlatıyor. Hayır, Bechdel kendi ailesindeki duygusal kaos için herhangi bir siyasi lideri suçlamıyor.
Samancı ise tek boyutlu sıradan hayatından ve sınırlı hayal gücünden Atatürk’ü sorumlu tutuyor, intikamını Atatürk’ten alıyor.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde bir şekilde değinilen Özal’la yozlaşma, İslamcılığın yükselişi, hatta Fethullah Gülen’in Türkiye’ye yönelik planlarına falan ‘şöyle bir’ değinilmiş.
Samancı’nın en büyük problemi hikayesini anlatırken yaptığı haksızlık. Hayır, Atatürk’e değil; bana, onunla aynı kuşağa mensup başka gençlere, bize.
Doğrusu, büyürken hiç kimse bana Atatürk için ölmem gerektiğini söylemedi. Ya da hiçbir sınıf öğretmenim elime cetvelle vururken bunu Atatürk adına yapmadı. Ailem başarılı olmamı isterken bunu Atatürk adına dilemiyordu; başarısız olursam Atatürk’e layık olamayacağım gibi bir korkuyla da büyümedim.
Dahası, benim, tanıdığım bir sürü arkadaşımın, tanımadığım binlerce gencin hayatı Samancı’nınki kadar tekdüze ve sıradan olmadı. Kendi hayatımızı Türkiye’de bile renklendirmeyi, başka unsurlar katmayı becerebildik.
90’lardan beri hayatını anlatan Ayşe Arman’ı düşünün; Adana’da bir çiftçinin kızı olarak başladığı hayatından yarattığı “Ayşe Arman” karakterinin renkliliği ve devrimciliğini... Hikayesine unsur katmak için Atatürk’e ihtiyacı olmadı hiç.
İşin kötü tarafı Samancı’nın da Türkiye’nin Atatürk’le ilişkisinin, neden Batılı’nın gözüyle bir “Türk diktatörü”nün bu kadar sevildiğini gerçekte anladığına eminim. Ama işte, satış, pazarlama mecburiyeti... Üzgünüm, bu kadar sosa bulanmış bir hayatın özgün bir tarafı kalmamış.
“Dare to Disappoint: Growing Up in Turkey,” Özge Samancı. Farrar, Straus and Giroux,
Kasım 2015.

Siyah adam sistemi nasıl yendi?

90’lara geri dönüş


Salı akşamı “American Crime Story: People vs. O. J. Simpson” dizisinin ilk bölümünü izlediğimde tam 20 sene sonra insanların neden deli gibi her ayrıntısına kadar bu davayı takip ettiğini daha iyi anladım. İlk bölüm bitti, sabahın ilk ışıklarına kadar YouTube’dan duruşma video’larını izledim, eski haberleri okudum, detaylara hakim olmaya çalıştım. Dizinin ilk bölümü meşhur düşük süratli otoban kovalamasıyla bitiyor... Daha dokuz bölüm var ve didik didik edilecek dava.

Yılın en iddialı dizisinde O. J. Simpson’ı Cuba Gooding Jr., avukatı Robert Shapiro’yu John Travolta oynuyor.


Dizinin yaratıcısı Ryan Murphy önceleri O. J. Simpson davasını reality show’ların başlangıcı olarak tasarlamak istemiş. Paris Hilton’dan Kim Kardashian’a kadar bugün tanıdığımız pek çok ünlünün kötü bu davaya dayanıyor. Kardashian’ların babası O. J.’in yakın arkadaşı ve avukatlarından biriydi. Eski eşi Kris Jenner ise müteveffa Nicole Brown Simpson’ın en yakın arkadaşıydı. Paris Hilton ve Kim Kardashian beraber büyüdüler, beraber ünlendiler. Vanity Fair’de bu ilişkiler ağını anlatan muhteşem bir yazı var Haziran 2014 sayısında.
Ryan Murphy diziyi hazırlarken ABD’deki sosyo-kültürel gelişmelerin ışığında yörüngesini de değiştirmiş. Ferguson, Baltimore gibi protestolardan sonra Simpson davasını polis şiddeti ve hukuk üzerine inşa etmeye karar vermiş.
O. J. Simpson’ın aklanmasında (masum olduğuna dair pek çok teori var gerçi) 1992’deki Los Angeles ayaklanmalarının hemen ardından şehrin polisinin yıpranan imajının etkisi büyüktü. Simpson zamanında “Ben siyah değilim, ben O. J.’im” demiş olsa da avukatları davayı ırk üzerine kurarak ilk kez siyah adamın sistemi yenmesini sağlamıştı. 20 sene sonra ırk ilişkileri ve polis şiddeti açısından ABD’nin çok da yol aldığı söylenemez. O. J. Simpson başka bir suçtan dolayı Nevada’da hapiste ama hikayesi hâlâ güncel.
Her şey bir yana, bir de güzel çekilmiş dizi. Hemen sarıyor.

ABD’nin Selo’su

Bernie’nin ayak sesleri


Önce özür: Bundan bir süre önce Bernie Sanders ABD Başkan adaylığı için yarışıp Demokrat Parti’nin adaylığına talip olduğunu açıkladığında şansının olmadığını yazmıştım. Şansı yok, ama üzerinde yoğunlaştığı konular siyasi tartışmanın seyrini değiştirecek, siyasete etkisi olacak demiştim.
Nitekim Sanders’ın gelir adaletsizliğiyle ilgili görüşleri, Hillary Clinton’ın da bu konuda daha duyarlı olmasına yol açtı.

Başkanlığa talip Bernie Sanders ve ona destek veren rap’çi Killer Mike.


Clinton ekibi daha önce Barack Obama’yı hafife aldığı gibi Sanders’ı da ilk başlarda çok ciddiye almamakla eleştiriliyor. Öte yandan Sanders da sürpriz bir aday olup ABD’ye “demokratik sosyalizm”i getirebilir. Yükseliyor.
Sanders eğitimin bedava olmasını, sağlık hizmetlerinin devlet tarafından karşılanmasını, zenginlerden daha fazla vergi alınmasını, finans kurumlarının daha ciddi denetimlere tabi tutulmasını savunuyor. Hillary Clinton’a durmaksızın şirketler fazla içli dışlı ilişkileri ve yaptığı konuşmalardan aldığı yüklü ücretler üzerinden yükleniyor.
Siyah ve kadın seçmenler arasında popülaritesi Cinton kadar olmasa da Sanders’ı önemli rap yıldızlarından Killer Mike da destekliyor, bembeyaz Columbia mezunu gençlerden oluşan Vampire Weekend grubu da.
Peki öyle çok da karizmatik olmayan, beyaz saçlı, amca tipli Sanders özellikle gençlerin neden ilgisini çekiyor?
Unutuldu sanılan Occupy Wall Street hareketi işte... Gençlerin bu çarpık düzene tahammülsüzlükleri... Lidersiz hareket diye küçümsenmişti hareket, oysa mesajları liderin kendisiydi. Sanders bu mesajları sahiplendi ve arkasına rüzgarı aldı.
Iowa’daki Demokrat Parti ön seçiminde Sanders’ın Clinton’la başabaş mücadelesi bundan. Tabii asıl merak edilen bundan sonra ne olacağı...
Dünyada gençlerin desteklediği, arkalarına belli bir rüzgarı alan, başka sözler söyleyen, alternatif bir gelecek öneren liderlerin yıldızı parlıyor. Yunanistan’ta Çipraş, Türkiye’de Demirtaş mesela... Ama bu iki örnek kendi kredileri çok hızlı tükettiler. Bakalım Sanders ne olacak.

ADA Can Dündar

‘En büyük lider’


Büyük içtima alanının banklarına sıra sıra dizilmiştik. Herhalde en küçüğümüz 30 yaşındaydı. Gecikmiş bir kışla hizmetinde gün sayıyorduk. Birazdan 18 yaşlarında bir çavuş dikildi başımıza... “Şimdi Atatürk ilkelerini ezberleyeceğiz” dedi. Sonra yöntemi anlattı:
“Ben kelime kelime okuyacağım, siz peşimden bağırarak tekrarlayacaksınız. Hadi bakalım: Atatürk... Türkiye’nin... çağdaş... memleketler seviyesine ulaşabilmesi için, büyük atılımların öncüsü olmuş, bütün Türkler’in sevgisini kazanmış en büyük liderdir.”
Çavuş, acemi erlerin isteksizliğini görünce hırçınlaştı: “Bağırın...” dedi, “yoksa sabaha kadar, siz bağırana kadar bu işe devam ederiz.”
Bir saatin sonunda hepimiz nefretten şişmiş gırtlaklarımızla avazımız çıktığı kadar bağırıyorduk.
“Şimdi tamam” dedi, çavuş; “bundan sonra emredilince böyle bağırarak sayacaksınız ilkeleri...”
Ben, o seanstan geçtim. Ezberletilen o ilkeden bir kelime bile anımsamıyorum. Ama bağırırken duyduğum nefret, hâlâ içimi yakıyor. Nasıl bir kuşak 12 Eylül zindanlarında bütün gün, hiç aralıksız, Müşerref Akay’ın “Türkiyem” şarkısını dinleyerek Türkiye’den nefret ettiyse; nasıl Diyarbakır Cezaevi, “İsyanı işkenceyle bastıracağım” derken PKK’nın doğum yeri haline getirildiyse, bu ezber seansları da her dönem binlerce insanı Atatürk’ten soğutmaktan başka işe yaramıyor. Üstelik “içerde” pek çok sağduyulu komutan da bu gerçeği gördüğü halde hiçbir şey yapamıyor. Sanıyorum, onu önce, onu zorla sevdirmeye çalışanlardan korumalıyız. Mustafa Kemal’in bu türden putlaştırma seanslarına ihtiyacı yok. “Atatürk’ü koruma yasaları”na ihtiyacı yok. Büstler, heykellerle, hamasi nutuklarla kurulacak zoraki sevgi gösterilerine ihtiyacı yok.
Ya da varsa, savaşı çoktan kaybetmiş demektir. Bugün ona saldırılar yoğunlaşmışsa, aleyhine fikirler çoğalmışsa, iş hakaret boyutuna varmışsa, artık “Nerede hata yaptık” demenin zamanı değil midir? Onu zorla sevdirmeye çalışanların, sağa sola ateş açmak yerine bir de dönüp kendilerine; bunca yıl, onu yaşatmak adına uyguladıkları politikalara bakmaları gerekmez mi?
“Ezber seanslarından vazgeçersek Mustafa Kemal’i kaybederiz” diye korkuyorlarsa söylenecek şudur: “Asıl bu yolla onu tarihe gömmek üzeresiniz.”
Şimdi artık daha zor olanın denenmesi gerekiyor. Önce onunla gerçekten tanışmalıyız. Herkes eteğindeki taşları dökmeli. Cumhuriyet dönemine ilişkin bütün belgeler gün ışığına çıkarılmalı; tabulardan, korkulardan arınıp, bütün bir kuruluş dönemi tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serilmeli; her şeyin her düzeyde tartışılmasının zemini yaratılmalı...
“Hamaset” susmalı... Tarih konuşmalı...
İşte o zaman çoğumuz Mustafa Kemal için süngüsüz, gönülden bağırmaya hazırız:
‘En büyük liderdir...’

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.