Yıllar önce bir yabancı dergi editörü “Atatürk hâlâ Türkiye’de önemli mi” konulu bir yazı sipariş ettiğinde şiddetle itiraz etmiştim. Türkiye’nin belli kutsalları olduğunu, kim uğraşırsa uğraşsın kolektif belleğimizden Atatürk gibi figürleri silemeyeceğini düşünüyordum.
Oysa bireysel hafıza gibi, toplumsal hafıza da zamanla kolayca yıpranabiliyor. 19 Mayıs’ı hep “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak hatırlarız değil mi; resmi adında “Atatürk’ü Anma” kısmının olduğunu adeta unutmuşum. 19 Mayıs’ın Atatürk için şahsi önemini de geçen gün Soner Yalçın’ın yazısından hatırladım-doğum günü için bu tarihi seçmişti Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.
Yabancı gazeteciyle konuştuğumda belki bu kadar bariz değildi, ama son yıllarda Atatürk iyice toplumsal tartışmalardan çıkmaya başladı. Devlet katında toplu bir ret var zaten; hükümet onun anısını silmek için uğraşıyor. Muhalefetin, özellikle de CHP’nin Atatürk anması da zorunlu, görev icabı, rutin bir hal alıyor.
Daha da önemlisi, Atatürk gitgide entelektüel tartışmalardan çıkıyor. Basında Atatürkçülüğün son kalesi Cumhuriyet Gazetesi Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürkçülük alanında ciddi çalışmalar yapan Alev Coşkun gibi isimleri yollayıp yerlerine Fethullah Gülen sempatizanlarını getiriyor mesela. Hürriyet, bir pundunu bulsa logosundan Atatürk’ü ve “Türkiye Türklerindir” ifadesini çıkacak. Böyle giderse kamuoyunu uyutmalarına gerek bile kalmayacak, bir-iki seneye yeterli ortam hazırlanır.
Eskiden televizyon tartışmalarında bu işi şova dönüştürseler de Toktamış Ateş (son yıllarında gericiliğe teslim olmuştu o da) gibi Atatürkçülükle özdeşleşmiş isimler sık sık görünürdü. Ekran kurucu ideolojiye tamamen kapandı artık.
Hükümetin Atatürk adına alerjisi olduğunu biliyoruz; Atatürk Kültür Merkezi de dahil olmak üzere her yerden silmek için uğraşıyorlar. Yakında üçüncü havalimanıyla birlikte Atatürk Havalimanı adı da tarihe gömülecek. Cumhuriyet’in emaneti resmi bayramları her seferinde bir bahane bularak ertelemek, kutlamamak da sistematik bir reddin devamı.
19 Mayıs öfkesinin altında ise sadece Atatürk’e değil, gençliğe, gençlik kavramına düşman bir bilinçaltı da yatıyor.
Yılmaz Özdil, yıllar önce Türkiye’-nin gençliğini yaşamayan insanlar tarafından yönetildiğini yazmıştı. İşte Binali Yıldırım; Boğaziçi’nde kızlı-erkekli grupları çimlerde sosyalleşirken gördüğünde “Burada yoldan çıkarım” diye gitmediğini söylemişti. Bu zihniyet şimdi hükümetin başına geçiyor.
Bir dönem iktidarın her türlü kirli girişimine ideolojik gençlik süsü vermek isteyen ama çoktandır sesleri çıkmayan Genç Siviller 19 Mayıs’a karşı ilk düşman kurşununu atan grup olmuştu, tam da Erdoğan’ın ilk Başbakan olduğu sene. Bu bilgisiz ve hırslı çocuklara göre 19 Mayıs kutlamaları resmi ideolojinin baskısına kurban ediliyor, devletin asık suratlı kutlamalarının dışında bir çalışma yapılması gerekiyordu.
Birikim dergisine abone olarak, Radikal İki okuyarak elde ettikleri sığlık bunu dikte ediyordu onlara.
Bilmiyorlardı ki 19 Mayıs, Genç Siviller el atmadan çok uzun yıllar önce zaten stadyumlardan çıkmıştı. Genç Siviller yaşamadıkları yılları Türkiye tarihinde yok sanıyorlar, ama hatırlayabilecekleri bir alternatif kutlama onlar bunu dillendirmeden çok önce zaten yapılmıştı...
1995 yılında halkla ilişkilerci Sibel Asna’ya görev veren dönemin Beşiktaş Belediyesi o sene Ortaköy Meydanı’nı bir şenlik alanına dönüştürmüştü-şimdi rezil başkanla karıştırmayın. O sene toplanan binlerce genç Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkılarına eşlik etmişti. Üzerlerindeki ‘bulutların’ kalkmasını dileyerek.
19 Mayıs sadece Atatürk’ü anmak değil, birçok genç için sosyalleşme, erkeklerin kızlarla buluşması, özellikle de kapalı, muhafazakar Anadolu’-da tabu duvarlarının yıkılması anlamına gelirdi. Renkli kıyafetler, el ele tutuşma, dans...
Lale Müldür ve Ahmet Güntan o muhteşem dizesindeki gibi: “Kumsallarda slow ve Bee Gees. Ve bok gibi genciz genciz genciz.”
Gençliklerini yaşamayanların Atatürk’ü de gençlik bayramını da unutturma çabalarının sadece geçici olduğunu düşünüyorum. Benim için 1995’te Bulutsuzluk Özlemi’nin ilk ‘sivil’ 19 Mayıs’ta sahne alması kadar önemli bir başka işaret Gezi Parkı direnişinde meydana gelen bir piyanonun etrafına toplanan gençlerin yine Bulutsuzluk Özlemi’nden bir şarkıyla isyan etmeleriydi... “Sözlerimi Geri Alamam.” Bir başka işaret de gençlerin bulutsuzluk özleminin yıllar içinde hiç azalmadığı.
TV tarihin en iyi dizisi
Tekrar izlemenin zamanı
Televizyon tarihinde bugüne kadar yapılmış en iyi dizi tartışmaları genellikle The Sopranos, The Wire ve The West Wing arasında bölünüyor. İlkini izlemedim, “The Wire”ın bir ders gibi herkese izletilmesinden yanayım ama benim tercihim herhalde “The West Wing”in Aaron Sorkin tarafından yazılan dört sezonu olur.
1999’da yayına başlayıp yedi sezon süren dizinin eski bölümlerini durmaksızın izliyorum. Ama son zamanlarda daha sık dönüp izler oldum.
Çünkü diziye sonradan katılan Joshua Malina (şimdi “Scandal”da oynuyor) bir-iki ay önce epey idealist bir podcast’e başladı. Dizinin ilk sezonundan itibaren bölümlerini teker teker tartışıyorlar ve hayranlar kendinden geçiyor.
Amerikan siyasetini ve başkanın ekibini anlatan dizi yayınlandığında henüz İnternet sitelerinde dizi özetleri ve forumlar çok yeniydi. Ama Web 1.0 yıllarında sayfalar dolusu metin dizinin kodlarını çözmek için yayınlanırdı hayranlar tarafından. Bu takıntı hâlâ bitmemiş işte... Dizi o kadar hızlı ilerliyor ki bazı referansları anlamak mümkün değil.
Bazı diyaloglar şimdiden tarihe mal oldu.
Ama “West Wing”in en büyük özelliği dünyanın en harika Başkan ve ekibi tarafından yönetilmesi; bu belki de dizinin en masalsı özelliği ama hepimizin gönlünde yatan siyaset de bu dizi gibi bir şey olmalı.
Türkiye’de yayınlanmasına rağmen pek ilgi çekmedi “West Wing” ama hiç duymadıysanız, hiç izlemediyseniz geç kalmış sayılmazsınız. Birkaç bölüm sizi içine çekmesine izin verin ve asla ama asla 45 dakika boyunca dikkatiniz dağılmasın. Bağımlı olacaksınız.
Amatör gazetecilik
Tipik solcu tahammülsüzlüğü
Hep Cihangir solcularının Türkiye’nin İslamcılarından daha hoşgörüsüz olduğuna inanırdım. Gün geçmiyor ki karşıma bir kanıt daha çıkmasın.
Twitter muhaliflerinin lise duvar gazetesi Birgün’ün geçtiğimiz haftalarda Mine Kırıkkanat’la yaptığı söyleşiden haberiniz var mı? PKK’nın kadınlara bakışını eleştiriyor Kırıkkanat söyleşide; hemen ardından da PKK yandaşları Birgün’ü topa tutuyor.
Gazetenin kendi demeci değil bunlar... Söyleşi yaptıkları bir yazarın sözleri...
Birgün ne yapıyor dersiniz? Özür diliyor, söyleşiyi sansürlüyor, yetmiyor bir de söyleşiyi yapan muhabiri işten kovuyor.
Yalan haber yapılsa alınacak tedbirler bunlar, ama Birgün bizzat muhatabının sözlerini doğru yazdığı için muhabirinin işine son veriyor.
Bu başlı başına tuhaf bir kriz yönetimi.
Ama daha acıklısı kendisini bağımsız bir platform olarak pazarlayan bir gazetenin tahammülsüzlüğü; kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülsüzlüğü diyemeyeceğim çünkü gazetenin ne düşündüğünü henüz çözemedim ben. Daha birkaç sene öncesine kadar Cihangir cafelerinde Ufuk Uras’ın gazetenin başına geçecek gazeteci aradığı bir yerdi Birgün. Bugünse Twitter’da biraz sesi çok çıkanın önünde hizaya girmeye hazır.
Oysa bütün bunların dışında bir seçenek de var: Gazetecilik yapmak. Ama tabii bu işin zor kısmı. Twitter’da kuşunu öttürmek daha kolay.