Epey bir zaman önce bir İtalyan gazetesinde Türkiye’de zulüm gören yazarlar listesi yayımlanmıştı. Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’in dışında listeye Elif Şafak ve Murathan Mungan da girince şaşkınlığımı gizleyememiştim. O zaman yargıyla hiçbir şekilde başları belaya girmeyen iki yazarın o listeye nasıl girdiğini biraz deşince karşıma uluslararası PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi’nin Türkiye Temsilcisi Müge Sökmen çıkmıştı.
Sökmen’in bir diğer işi de Beyoğlu’nun butik yayınevi Metis’i yönetmekti. Şafak ve Mungan da yayınevinin en değerli yazarlarıydı ama henüz uluslararası bir başarıları yoktu.
Şafak’ın İngilizce yazdığı ilk roman eleştirmenlerce yerden yere vurulmuş, hatta sözlükle yazıyor eleştirilerine maruz kalmıştı. Mungan ise İngilizceye bile çevrilmemişti. Bu zulüm listesi uluslararası şöhretin kapısını aralamak için olabilir miydi?

Mağduriyetten şöhret kazanan üçlü: Kaya Genç, Elif Şafak ve Ece Temelkuran. Mağduriyetten şöhret kazanan üçlü: Kaya Genç, Elif Şafak ve Ece Temelkuran.


Elif Şafak’a piyango, akademisyen olarak gidip bir süre yaşadığı Ann Arbor’da tanıştığı University of Michigan Öğretim Üyesi Müge Göçek’in (başka bir Müge) yönlendirmesiyle geldi. Göçek uzun yıllar Ermeni soykırımı üzerine çalışıyordu ve Elif Şafak’a “ablalık” yaptı. Ermeni soykırımı temalı bir sonraki romanıyla hakkında 301’inci maddeden soruşturma açılan ve soyadını artık Shafak olarak kullanan yazarı artık kimse yolundan döndüremezdi.
Elif Şafak bu taktikleri yurtdışına açılmak için referans mektubu aldığı (nasıl aldığı gizemini koruyor) Orhan Pamuk’tan öğrenmişti. İkisi uzun yıllar 301 mağdurları olarak promosyon yaptı ama bir süre sonra bu mağduriyetin modası geçti.
Aradan geçen 10 yılda aynı yazarları Türkiye’nin demokratikleşmeye başladığını, askerin etkisinin azaldığını, bunların olumlu gelişmeler olduğunu anlatmaya başladılar. 2011’de 100’den fazla gazeteci içerideyken Charlie Rose’a konuşan Orhan Pamuk Türkiye’de ne kadar iyi şeyler olduğunu anlatıyordu.
Önce Ergenekon, sonra Balyoz’la devam eden mağduriyetler daha çok askeri ve milliyetçi kesimi hedef aldığından uluslararası alanda pazarlanacak kadar seksi değildi. Siyasi hayatını, beğenin beğenmeyin fikirleri yüzünden daha çok içeride geçirmiş Doğu Perinçek mesela Ermeni soykırımına açıkça karşıydı. Batı arenasında savunulacak bir tarafı yoktu, o yüzden de o ya da Yalçın Küçük hapse tıkılırken uluslararası yazarlarımız sessiz kaldı. Hatta sanırım Yalçın Küçük’ün içeri atılmasından memnunlardı zira edebi yetersizliklerini yüzlerine vuran bir kuvvetli ses devlet eliyle, kendilerinin de işine gelecek şekilde susturulmuştu.
Mağduriyette de seçicilerdi ne de olsa.
Gezi olayları, Şafak ve Pamuk’un yolundan uluslararası gazino sahnesine çıkmak isteyen diğerlerine mükemmel bir fırsat oldu ve mağduriyet kadrosuna iki yeni karakter katıldı: Her ne kadar yurtdışında olsa da Gezi parkındaymış gibi İngilizce tweet’ler atan Ece Temelkuran ve ilk imzası akrabası Mehmet Barlas sayesinde çalışmaya başladığı Sabah gazetesinde çıkan Kaya Genç.
Bugün uluslararası medyada en çok sesleri çıkan, o panel senin bu makale benim diye koşturup duran kadro böyle oluştu. Bu aralar sık sık birbirlerini övüyorlar. Tabii üçünün gerçekten pazarlayacak bir mağduriyeti olmadığı için Can Dündar’ın tutukluluğunu da kendilerini basın özgürlüğü savaşçısı gibi göstermek için bolca kullanıyorlar.
Hakkında yazı yazan gazetecileri şahsi ilişkilerini kullanıp işten attırmakla sabıkalı Ece Temelkuran, basın özgürlüğü hakkında konuşacak son kişi halbuki. Ama fırsat kollamak konusunda da Elif Şafak kadar profesyonel.
Önce Arap Baharı furyasından faydalanarak yurtdışında kesin tutacağını hesap ettiği “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” diye bir kitap yazdı, ancak hevesi kursağında kaldı. Daha sonra şehir şehir gezip yabancıların Tayyip Erdoğan’a yönelik merakını görünce kafasında ampul yandı ve “Tayyip düşmanı” kartını oynamaya başladı. Nitekim zaten Erdoğan düşmanı olan Alman entelijansiyasında hemen kabul gördü. Temelkuran tam da “Tayyip’ten nefret eden, yabancı dil konuşan, oryantalist, kadın” profiline uygundu. İngiliz basınına onu pazarlayansa The Guardian’da düzenli olarak yazan Elif Şafak oldu.
Batı’da epey müşteri bulan “Türkiye’de ne oluyor” sorusunu yanıtlayacak modern kadın Temelkuran’sa, modern erkek figürü olarak da Kaya Genç rol kaptı. İlk romanı okunamayacak derecede kötü, ikinci romanı hâlâ yayınevi bulamayan Genç’in “Modern Türkiye’de Öfke ve Devrim” alt başlıklı “Gölgenin Altında” kitabı kapağında Elif Shafak’ın övgüsüyle (“evocative” ve “charming”miş) İngilizce yayımlandı. Arap Baharı furyasından sıyrılıp sonunda Türkiye kitabı yazan Temelkuran şimdi piri Genç’le birlikte tanıtım turlarına hâlâ devam ediyorlar.
Bu üçlü aynı genetik kodlanmaya sahip oldukları için birbirlerini bulup grup halinde hareket etmeleri de doğal tabiatlarına uygun.
Doğrusu, bir üçüncü dünya ülkesi yazarı olarak uluslararası alanda isim yapmanın türlü yolları var ve Şafak-Genç-Temelkuran üçlüsü da oyunu kuralına göre oynadılar. Sistem böyle kurulmuş, onlar da kendi çıkarları için sonuna kadar kullanıyorlar. Bu apayrı bir yetenek...veya kurnazlık.
Bir başkasının mağduriyeti üzerinden prim yapmanın ahlaki ve vicdani sorumluluğu hakkında ne düşünüyorlar, bilmiyorum.
Bildiğim tek şey ise Aslı Erdoğan’ın hapiste çürüdüğü ve “Ece harika yazmış, Ahmet Altan serbest bırakılsın” diye gürültü koparan Türk entelektüellerinin ona, açık konuşalım, deli muamelesi yapıp pek adını anmadıkları. Necmiye Alpay’ı ise zaten tanıyan yok...
Kaya Genç’in söz ettiği Modern Türkiye’deki ‘devrim’ buysa, benimki de ‘öfke’ o zaman. Charming.

New York’ta acil servislerde bekleme süresi 16 saate kadar çıkıyor. New York’ta acil servislerde bekleme süresi 16 saate kadar çıkıyor.


BİR KIRIK TECRÜBESİ

Beni Türk doktorlarına emanet edin

Kırık tecrübesi demişken “Kırık Mızrak” ya da “Kırık Testi” kitaplarının yazarı “Kırık Hoca”dan bahsettiğimi düşünmeyin. Konunun FETÖ’yle ilgisi yok...
Geçen hafta ufak bir kaza geçirdim; ciddi bir şey değil ama sağ ayağımda bir şişlik meydana geldi ve şimdi yürürken topallıyorum. Kırık olduğunu zannetmiyorum, çünkü üzerine bir şekilde basabiliyorum.
Doktora görünemedim çünkü ABD’deki sağlık sisteminin kötü işleyişinden dolayı pazartesiden beri sürünüyorum.
Kazanın olduğu pazartesi gecesi sağlık klinikleri kapalıydı. Tek seçenek acil servise gitmek olacaktı ama ABD’de, özellikle de büyük şehirlerde acil servise gidenlere hiçbir acelesi yokmuş gibi muamele ediliyor. New York’ta 16 saat acil serviste bekleyip tuvalete giderse sıradaki yerini kaybedenlerin kâbus hikayeleri duydum.
Ertesi sabah evin oradaki klinikte bir saat bekledikten sonra doktor beni röntgene yönlendirdi. O gün röntgen teknisyeni yokmuş, o yüzden başka bir yere gitmem gerekti. Mecburen başka bir yere gittim, bu sefer sonuçların bir gün sonra alınacağını söylediler. Yine vakit kaybı...
Röntgen sonuçları ertesi gün klinikteki doktora ulaştı; bütün gün telefon beklerken akşam saatlerinde, kliniğin kapanmasına yakın telefon geldi ve doktorun beni görmek istediğini söylediler. Telefonda bilgi veremiyorlarmış, doktoru görmek için de yeniden randevu almak gerekiyordu. Önümüzdeki günlere randevu aldım-mümkün olan ilk randevuya. Bu arada sağ ayağım şiş ve sol dizimde de hâlâ yara var. İlk müsait randevusu olan doktor sadece ayağıma bakacağını, dizimle ilgili bilgi veremeyeceğini söyledi sekreter. Dizim için ikinci bir doktoru görmem gerekiyormuş; uğraşmadım bile artık.
Şu anda durumumu anlatırken hâlâ doktordan bilgi almış değilim; üzerinden kaç gün geçti ve ayağımdaki şişlik hafiften inmeye, ayağım morlaşmaya, ağrı sürmekle birlikte hareket etmeye başladım bile.
ABD’deki sağlık sistemi insanın kendi kaderini kendisini tayin etmesini şart koşuyor. Doktorların en nefret ettikleri, hasta durumlarıyla ilgili İnternet’ten araştırma yapanlar. Ama başka bir seçenek var mı?
Türkiye’de gecenin bir saatinde acil servise gidip, üstelik cebimden de hiç para çıkmadan en fazla bir saatte öğreneceğim bir teşhis için günler geçti burada. Türkiye’nin hastanelerini özleyeceğimi, Türk doktorlara emanet edilmek isteyeceğimi hiç düşünmezdim.

İtalyan çevirmen Anita Raja aslında Elena Ferrante mi? İtalyan çevirmen Anita Raja aslında Elena Ferrante mi?


GİZEMLİ YAZARIN KİMLİĞİ

Gazetecilik mi değil mi?

Dünya çapında fenomen olan gizemli İtalyan romancı Elena Ferrante’nin kimliğine dair çok önemli bir ipucu geçen hafta bir İtalyan gazeteci tarafından ortaya çıktı. Yazarın yayınevinde çalışan bir tercümana romanlar yayımlanmaya başladığından beri astronomik telif yatmaya başlamış. Gazeteci bu belgeleri tamamen kamuya açık belgelerden, mesela emlak kayıtlarından ve vergi beyanlarından aktardı. Birkaç sene içinde geliri yüzde 150 artan çevirmenin Elena Ferrante olabileceğini yazdı.
Edebiyat dünyası bu ifşaatı kimliğini gizli tutmayı tercih eden ve müstear isimle yazan Ferrante’ye bir saldırı olarak yorumladı. Salman Rushdie bütün yazarların “Ben Elena Ferrante’yim” demesi gerektiğini söyledi. Kimi gazeteciler bu kadar titiz bir soruşturmacı gazeteciliğin vergi kaçakçılarını, dolandırıcıları ifşa etmek için kullanılması, bir yazarın bu muameleye maruz kalmaması gerektiğini belirtti.
Ferrante’nin kimliğini merak edildiği, hakkında spekülasyonlar yapıldığı doğru. Halihazırda oluşan bir merak da var. Dahası, günümüzde ne gizli kalıyor ki... İtalyan gazetecinin haberi New York Times’a da gelmiş ama gazete dünyadaki başka yayın organlarıyla eş zamanlı yayımlanacağı gerekçesiyle reddetmiş. Haber benim önüme gelseydi...
Tereddütsüz basardım.
Oysa yıllar önce J.D. Salinger’ın peşine düşen Esquire yazarı Ron Rosenbaum’un New Hampshire’da yazarın kapısını bile çalmadan geri döndüğü yazısını hayranlıkla okumuştum. Bir yazarın mahremiyetine saygı göstermemiz ve sessizliğini bozmamamız gerektiğini yazıyordu...
Salinger’a reva gördüğüm korumayı Ferrante’den neden esirgerim bilmiyorum; belki birinin kitaplarından daha çok etkilendiğim için. Ne yazık ki gazetecilik çifte standarttan nasibini almamış bir meslek değil. Tabii Salinger’la Ferrante’nin ünlendiği dönem de farklı; alışkanlıkları, kültürü, değer yargılarıyla...
Açıkçası, birkaç milyon dolar kazanmış insanların mahremiyetine girilmesi de bana uzun vadede küçük bir trafik cezasıymış gibi geliyor. Ödeyip, yola devam edebilirler. Belki de yanılıyorum.