Yıl, 2008.
CnnTürk’te çalışıyorum.
Belgesel çekmek için Şili’ye gittik.
Başkent Santiago’daki Arturo Merino Benitez Havaalanı’na indik.
Pasaport kontrolünden geçtik; valizlerimizi aldık.
Son kontrol noktasında üzerimize, yanlarında bulunan köpeklerle yeleklerinde “police” yazan polisler geldi.
Köpekler valizlerimizi koklamaya başladı.
Şaşırdık...
“Türkiye’den geldiğimiz için uyuşturucu taşıdığımızı mı düşünüyorlar” dedik.
Sinirlendik...
Fakat baktık köpekler sadece bizi değil herkesin valizini kokluyor.
Allah!.. Allah!..
Neler oluyordu?
Bir ihbar mı almışlardı?
Soru soruyoruz polisler yanıt vermiyor.
Sonunda yanımızdaki kamerayı gören bir yetkili geldi ve merakımızı giderdi.
Yetkilinin söylediği gerekçe bizim küçük heyetin şoke olmasına neden oldu.
Sadece bizi değil...
Sadece bizim geldiğimiz uçakta bulunanları değil...
Şili’ye yurt dışından gelen herkesi, her valizi arıyorlarmış!
Ne arıyorlarmış imkanı yok tahmin edemezsiniz:
Elma...Üzüm...Şeftali... Biber... Vs...
Şaşırdınız mı?
“Biz tarım ülkesiyiz; ihracatımız içinde tarımın payı yüksek. Dışarıdan gelecek tarımsal hastalıklara ve zararlılarına karşı önlem alıyoruz. Şili’ye başka ülkeden meyve-sebze sokmuyoruz” dedi yetkili.
Emin olamadık; Şili Tarım Bakanı Morigen Hornkol’a da aynı soruyu yönelttik.
“Sınırımız; 7 bin metrelik And Dağları ile Büyük Okyanus’tur. Tarımsal zararlılar bunları aşamıyor. Şili’ye sadece tarım hastalıkları insanların getirdiği meyve-sebzelerden giriyor. Biz de böyle önlem aldık.”
“Acaba” diyorum...
Şili’ye giden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve heyeti de arandı mı?
Keşke aransalardı...
Belki..
Dünyada kendine yeten yedi tarım ülkesinden biri olan Türkiye’yi ne hale getirdiklerini anlayabilirlerdi!

İbrahim Arıkan

Yıl, 2012.
Silivri Cezaevi’ndeyim.
Ergenekon Terör Örgütü sanığıyım.
Zindana atılmadan önce Hürriyet yazarıydım.
Zindana atıldıktan sonra kovuldum.
Oğlum, ana okulundan itibaren 7 yıldır Şişli Terakki’de okuyordu.
Benim maddi durumum ortadaydı; kovulmuştum. Doğan Kitap da yazdığım “Samizdat” kitabımı basmıyordu.
Haftada üç kez cezaevine geldiği için oğlumun avukat annesi de çalıştığı avukatlık bürosundan ayrılmıştı.
Okul ücretinden indirim istedik. Sağ olsunlar yardımcı oldular.
Bu arada maddi sıkıntımızı öğrenen bir kişi ortaya çıktı...
O acımasız günlerde...
O herkesin gölgesinden korktuğu zalim günlerde...
Hiç tanışmadığım karakterli bir adam cesaretini gösterdi:
“Soner Bey’in oğlu bizim de oğlumuzdur; gelsin MEF’te okusun” dedi.
MEF; eğitim öğretimiyle Türkiye’nin sembol okuluydu; kalitesi Batı standartlarındaydı.
Unutuluşa mahkum edildiğimiz günlerde; oğlumuzun böylesine değerli okula kabul edilmesi hem moralimizi artıracak, hem de üzerimizdeki maddi yükü hafifletecekti.
Ancak oğlum, arkadaşlarından ayrılıp yeni bir okula gitmek istemedi. Ne yapsak dinletemedik. Sonunda psikolog arkadaşlar “babası zaten hapiste zorlamayın” dedi.
İşte...
O karakterli cesur adamı...
Türkiye’ye en değerli eğitim kurumlarını kazandıran bir öğretmeni...
Türkiye aydınlanmasının neferini...
MEF Okullarının sahibi İbrahim Arıkan’ı kaybettik!
Yozgat/Sorgun’un yoksul Türkmen köyü Salur’da dünyaya gelen İbrahim Arıkan, Cumhuriyet’in kendisine kazandırdıklarını hiçbir zaman inkar etmedi.
Eğitim-öğrenimi para kazanmanın aracı yapmadı; öğrencisini para gibi görmedi. Ne kazandı ise yine eğitim kurumlarına yatırdı.
Benim çok yazmama gerek yok; tarih “İbrahim Arıkan” adını sonsuzluğa yazacaktır.
İstedim ki, bu büyük öğretmenin cesur kişiliği de unutulmasın...
Büyük adamlar her zaman en yürekli olanlardır...

Yüksel Aksu

Yıl, 2009.
Muğla/Ula Boğa Güreşi Festivali’ndeyim.
Yüksel Aksu ile orada tanıştık. Zaten yörenin çocuğuydu.
“Dondurmam Gaymak” filminin senaristi ve yönetmeniydi.
Ünlüydü! Ama... O dış yüzeyleriyle yaşayan içi boş insanlardan olmadığını ilk merhabada anladığınız kişilikteydi. Şöhret düşkünlerinden değildi.
Gün boyu festivali izledik; yöreyi gezdik; yemek yedik.
Çekimlerine başlayacağı “Entelköy Efeköy’e Karşı” filmini durmaksızın coşkuyla anlattı durdu. Bir filmin, bir sinemacıyı böylesine heyecanlandırdığına ilk kez tanık oldum.
Bir ara... Sanki...
Vizyonda olan “İftarlık Gazoz” filminin hikayesini kafasında yazdığını söylediğini anımsıyorum.
Kendine özgü tarzıyla Yüksel Aksu’nun sımsıcak filmlerinin tiryakisiyim!
İlk iki filmine tabii ki hemen gittim.
Yüksel Aksu’nun Ula’da anlattığı kafasındaki film hikayesinin akıbetini, İstanbul’da her gördüğümde yapımcılardan Elif Dağdeviren’e sordum. Yüksel Aksu’nun bir türlü harekete geçmemesinin “dedikodusunu” yaptık!
Yüksel Aksu mu, yoksa Elif Dağdeviren mi söyledi anımsamıyorum; sanırım Cem Yılmaz ismi filmin kadrosunda hep vardı.
Sonunda...
“İftarlık Gazoz” vizyona girince koşa koşa gittim.
Yüksel Aksu-Cem Yılmaz ikilisi kaçırılır mı?
Ve:
Hiç şaşırtmadı; abartısız-samimi folkrolik/ Ege hikayesi seyrettim.
Etkilendim...
Bolca güldüm; filmin sonlarına doğru yanaklarımı ıslattım.
Anadolu insanının Müslümanlığı yaşayışının zenginliğine yine hayran kaldım...
Film bitince...
Yüksel Aksu ve Cem Yılmaz’ın bu topraklar için ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım; gurur duydum. İyi ki varlar...
Filme emeği geçen herkese teşekkürler...