70’li yılların ilk yarısı...
Bir kış günü, lapa lapa yağan karın altında, Van’dan karayoluyla Hakkari’ye gidiyoruz.
Aracımızın zincirli olmasına karşın, tipinin bastırdığı yerlerde birkaç kez Zap Suyu’na yuvarlanma tehlikesi atlattıktan sonra, kent girişindeki Karayolları Misafirhanesi’ne varıyoruz.
İçimden “Karda kışta burada ne işimiz var, keşke gelmeseydik” diye geçirirken, kar serpintileri arasında, misafirhanenin duvarındaki bir yazı gözüme çarpıyor:
“Gidemediğin yer senin değildir-Halil Rıfat Paşa”
Bu deyiş, Ahmet Kutsi Tecer’in yurt sevgisiyle yazdığı “...Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür” dizelerinin romantizmden ibaret olduğunu anlatıyor.
Biraz önceki düşüncemden utanarak kendime geliyorum...

* * *

Gece, Karayolları Şefi’nin Zap Suyu’ndan tutulmuş balıklar ve çeşitli yöresel yemeklerle donattığı masaya konuk oluyoruz.
Bizim, yani TRT ekibinin yanı sıra, vali, emniyet müdürü gibi üst düzeydekiler hariç kamu görevlileri de konuklar arasında...
Masada eski zamanların namlı bir eşkıyası da var: Adı, Aziz Demir... Ama herkes onu “Azo” lakabıyla tanıyor. Öylesine dehşet saçan biriymiş ki, “Azo geliyor” denildiğinde çocuklar çil yavrusu gibi evlerine kaçışırlarmış!
Bir süre cezaevinde yatmış, aftan yararlanıp çıktıktan sonra da eşkıyalığı bırakarak müteahhitlik yapmaya başlamış.
Yemekteki tek takım elbiseli ve kravatlı kişi Azo!.. Dikkatimi çekecek kadar saygılı ve konuksever davranışlar sergilediği için Aziz Demir’le yan yana oturuyoruz.
Çok geçmeden karayolları şefinin dışında kalan diğerlerinin, sicilleri bozuk olduğundan Hakkari’ye sürgüne gönderildiklerini öğreniyoruz!
Onlar teker teker sarhoş olup, neden sürgüne uğradıklarını itiraf ederlerken, biz de Aziz Demir’le sohbeti koyultuyoruz.
Bir ara kaç çocuğu olduğunu soruyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam “14” diyor.
Sonra da çocuklarının hepsine, unutmamak için “N” harfiyle başlayan isimler koyduğunu anlatıyor.
Karayolları şefi “Peki hiç durmadan isimlerini sırala bakalım” diye sorunca da başlıyor saymaya:
“Nedim, Necati, Necdet, Nihat, Naci...”
Sözünü kesip “Peki kız çocuğunuz yok mu, varsa onların isimleri ne” diye soruyorum.
Gülümsüyor. “Olmaz olur mu, tabiî ki var, isimleri de ne... ne.... ne...” diyor!
Bir an için ne demek istediğini anlayamıyorum!
Masadakiler kahkahalarla gülerken, o tekrarlıyor:
“Kızlarımın adı “ne”!..”
Yani onların isimlerini de “N” harfiyle başlatmış ama ya hatırlayamıyor, ya da söylemek istemiyor!..
Anlıyorum ki kız çocuğunun hiçbir önemi yok!..
O nedenle kızların adı “ne”!..

* * *

Önceki gece Adana-Aladağ’daki cemaat yurdunda çıkan yangında hayatlarını kaybeden kız çocuklarımızla ilgili haberleri yüreğim yanarak seyrederken, Hakkari’deki o konuşmayı hatırladım.
Tecavüzden şiddete ve çocuklarımızın cayır cayır yanmalarına kadar acı veren her olayın, her facianın derinlerinde hep aynı nedenin yattığına bir kez daha inandım.
“İnsan hayatının en ucuz şey oluşu ve bazılarının kızlarımıza, kadınlarımıza bakış açısı!..”
Çünkü onlar için kızlarımızın adı “N”e!..
Yani bir harften ibaret!..