Şu Tanrı’nın işine bakın; son üç gündür, “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünya imparatorluğu kurmak isteyenlerin “ulus-devlet modelinden niçin nefret ettiklerini”, ama iş kendilerine dönünce Avrupa Birliği içinde dahi nasıl bir ulusalcılık güttüklerini, üstelik İngiltere örneğini vererek anlatmıştım!..
Ve dün sabah itibarıyla, Birleşik Krallık halklarının yüzde 52 oy oranıyla AB’den ayrılma isteği kesinleşti... Ayrılmayı savunanlar zaferle çıktıkları referandumun ardından sevinçlerini şu iki cümleyle vurguladılar:
-İngiltere’yi geri aldık... 23 haziran “bağımsızlık günümüz” olsun!..
Bakın şu işe; dünyanın önde gelen emperyal ülkelerinden birinin mensupları, AB’den ayrılmayı başardıkları için, “ulus-devlete” yeniden kavuştukları için bayram ediyorlar... Sizce bu işte bir terslik yok mu?..
-Yok!..
Son üç gündür yazdıklarımı okuyanlar anımsayacak; aslında Lenin’e ait olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” söylemi 1920’lerin başında ABD Başkanı Wilson tarafından “halkların kendi kaderini tayin hakkı” olarak dile getirildiğinde, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya gibi büyük devletler uluslaşmalarını tamamlamışlardı.
Wilson, Lenin’e ait olan bu erdemli sloganı kurnazca değiştirerek kullanırken, aslında hiç de erdemli şeyler düşünmüyordu!.. Yeni oyun artık “mikro-milliyetçilik” ve “mezhepsel ayrılıklar” üzerinden kurgulanacaktı... ABD 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu cingözlüğü iyice “sofistike” hale getirerek, yeni bir “sömürgecilik” tesis etmek için kullandı...
-Siyaseten bağımsız, ekonomik olarak sömürge ve yerli işbirlikçilerin işbaşına getirildiği sözde bağımsız ülkeler yaratıldı!..

Dünya paylaşım savaşları!..


Bildiğiniz gibi sömürgecilik ve “beyaz adam uygarlığı” masalı 16’ncı yüzyılda Rönesans ve reformlarla birlikte sahaya sürüldü...
Yüzyıllar süren, yüz milyonlarca insanın ölümüne, on milyonlarca kara derili, alaca renkli halkın köleleşmesine ve tüm zenginliklerin Batı’ya akmasına, olağanüstü zenginleşmesine neden olan bu süreç; 1789 Fransız Devrimi’nden sonra “Tarım imparatorluklarının” yavaşça sahneden çekilmesini, Burjuvanın “milli devletler” kurmasını, kapitalizmin dünya gündemine oturmasını ve sonunda da emperyalizm aşamasına ulaşmasını sağladı...
Gerçi ulus-devlet sahneye çıkmıştı ama yalnızca “efendiler” için!.. Sömürgecilik, işgal, halkların ezilmesi şiddetli bir şekilde sürüyordu... 20. Yüzyıl’ın başında uluslaşmakta geç kalan Almanya’nın sömürge istemesi Birinci Dünya Savaşı’nı başlattı. O savaş içinde Rusya’da 1917 Büyük Ekim Devrimi patladı. Rus Çarın’ı kurtarmaya giden İngiltere ve Fransa’yı Çanakkale’de durduran ise Türklerdi!..
Çalkantılı geçen, faşizm ve Nazizm’in damgasını vurduğu 20 yıllık bir süreçten sonra ise 2. Dünya Savaşı başladı. Batı, 65 milyon insanın yaşamını yitirdiği, Avrupa ülkelerinin başta İngiltere olmak üzere iflasa sürüklendiği bu savaş sonrası liderliğini ABD’nin aldığı yeni bir dünya düzeni kuruluşu başlatıldı.
1945 Şubat başında toplanan Yalta Konferansı’na yalnızca üç ülke katıldı. ABD, Sovyetler ve İngiltere... Savaş henüz sürüyordu ancak sonuç belli olmuştu. Şimdi dünyayı paylaşma zamanıydı!.. Öyle de yaptılar; böylece dünya iki kampa ayrıldı:
-ABD kontrolündeki “Hür dünya”, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği “Sosyalist kamp”

“Yeni Roma İmparatorluğu!..”


Savaşın ardından Yalta’da alınan kararlar bir bir uygulandı...
Sonrasında da “Soğuk Savaş” yılları başladı. Paylaşım savaşından büyük prestijle çıkan komünist partilerin iktidarlarını engellemek için ABD ve İngiltere özellikle Fransa ve İtalya’da akıl almaz oyunlara başvurdu; öyle ki, Yunanistan’da iç savaş bile çıkarıldı...
Avrupa’nın liderlerine gelince; iki büyük savaştan sonra işlerin artık böyle yürümeyeceğini gördükleri için, 1951’den itibaren önce “Demir-Çelik” birliği için, sonra “Ortak Pazar” için, ardından da “Siyasi Birlik” için bir araya geldiler. 1957’de başını Almanya ve Fransa’nın çektiği, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’nın da kurucu üye olarak katıldığı ilk “birlik” imzası atıldı. Dikkat ederseniz aralarında İngiltere yoktu!.. Niçin biliyor musunuz?.
-Fransa’nın önderi Charles De Gaulle’nin vetosu nedeniyle!..
Halbuki De Gaulle savaş sırasında İngiltere’ye kaçmış, İngiliz hükümeti tarafından Almanlara direnen komünist partizanlara karşı desteklenmiş, savaş sonrasında da “milli kahraman” olarak ülkesinin başına geçmişti. Öyleyse bu öfke ve karşı çıkışın nedeni neydi?..
4 Haziran 1944... De Gaulle ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill son derece sert tartışmaların yaşandığı bir toplantıda bir araya geldi... Neredeyse kavga boyutuna tırmanan tartışmanın bir yerinde Churchill iki ülkenin ve Avrupa’nın kaderini belirleyecek şu sözleri söyledi:
-Bunu bir yere not et; her koşulda, şayet Avrupa ile açık denizler arasında bir seçenekle karşılaşırsak, her zaman açık denizleri seçeriz... Yine her koşulda sen ve Roosevelt arasında bir seçim yapmam gerekirse, her zaman Roosevelt’i seçerim!..
De Gaulle gayet iyi anlamıştı; İngiltere ne olursa olsun Fransa ile ABD arasında bir anlaşmazlık olursa onların tarafında yer alacaktı!..
İşte Avrupa yüzyıllar sonra “eski ahitte” sözü edilen “Yeni Roma İmparatorluğu” nu, yani “Hristiyan Birliği’ni” yeniden oluşturmak üzere yola çıktığında İngiltere bu nedenle aralarında değildi!..
Bundan sonrası, efendilerin kanlı planlarla realize etmeye soyunduğu “tek dünya devleti” bastırması ile ulus-devletlerin büyük direnişi üzerine kurulu yarım asırlık kanlar içinde bir dünyanın öyküsü!..
Ancak yerim bitti, devamı salı günü...