Bazen arşivlere dalarım, geçmişten bugüne yaşananları, yaşadıklarımızı gözden geçiririm… Nelerin değiştiğine, nelerin hiç mi hiç değişmediğine, nelerin daha da kötü, daha da berbat hale geldiğine bakarım… Bu güzelim ülkede değişim, dönüşüm ne yazık ki iyiye, güzele doğru seyretmedi uzun yıllardır… Hep daha beterini, daha karanlık olanını, daha umutsuzunu, kanlısını yaşadı bu ülkenin insanları…
Madem 2016’nın son günlerindeyiz, geçmişteki bazı yılların son günlerinde neler yaşamışız, nelere ağlamış, nelerden umutsuzluğa düşmüş, gelecek için hangi umutlara sarılmışız diye düşünerek bazı yazılarımı çıkardım arşivimden… Siz de bakın bakalım; bu ülkede yıllar neleri getirmiş, neleri alıp götürmüş?.. Hangi hayallerimizi gömmüş, hangi iğne deliklerinden geçmeye zorlanmış, hangi karanlıklarla yüzleşmiş, boğuşmuşuz?!. 2016’nın son üç gününde, art arda birbirinden uzak yılların, birbirine pek yakın “yeniyıl” yazılarını sunacağım sizlere…
-Hayatın koca bir halk için adeta durduğu yılların muhasebesini okuyacaksınız…

Ahh zavallı bizler!..


Her yılın son günü, hep aynı şiir gelir dilime takılır..
Mümkünü yok kurtulamam… Döner döner mırıldanırım, içim burkulur:
-Hoş geldin bebek, yaşamak sırası sende!..
Sonra… Alıp başımı gitmek isterim; bebeği bekleyen canavarlıkları görmeyeceğim, duymayacağım, yaşamayacağım o korunaklı yere.. Aslında bilirim…
-Öyle bir yer yoktur!..
Yaşamımda ilk kez yeni yılın gelmesini istemiyorum!.. Sanki zaman 31 Aralık saat 24.00’te çakılı kalırsa, 2003’ün uğursuzlukları olanca ağırlığı ile üzerimize çullanmayacakmış gibi bir ruh hali içindeyim…
Sanki zamanı durdurabilirsek; bebeklerin bile hunharca katledileceği en kirli savaşa emir altında girmeyecekmişiz, Mehmetçiğin kanını bir avuç dolar için satmak gibi bir aşağılık pazarlığın içine girmekten kurtulacakmışız gibi boş bir hayal ile avunuyorum…
-Heyhat, zaman durmuyor!..
Saniyeler, saatler, günler birbirini kovalıyor… Zaman acımasız… Bakın, bugün 2 Ocak 2003, eğer iliklerine kadar kirli savaş, kimilerinin buyurduğu gibi 21 Şubat’ta başlayacaksa önümüzde tam 50 gün var. Yağma şayet bazılarının işaret ettiği gibi 26 Şubat’ta “start alacaksa” üzerine beş gün daha koyun…
-O da geçecek!..
Bir de bakacağız ki tam içindeyiz… Tıpkı Birinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi, televizyonlarımızın yeşile çalmış ekranının karşısında, bira ve cips eşliğinde ölümü seyredeceğiz…
-Ve hiç utanmayacağız!..
Burnumuzun dibinde yaşanan savaşı kendimize çok uzak sanarak avunacağız… Bu savaşın, bu acılı topraklara bin yıllık yeni kin tohumları ektiğini, ABD çekip gittikten sonra bu büyük kinle bizim baş başa kalacağımızı, geride bırakılmış en büyük acıları çekmek zorunda kalacağımızı hiç düşünmeyeceğiz…
-Her zaman ki gibi yalnızca seyredeceğiz!..

Başka bir gezegenden seyreder gibi!..


Irak’taki kirli savaşın henüz ilk günlerinde, yani en sıcak safhasında, bir başka yerde, bir başka savaş sessiz sedasız başlayacak…
-Kıbrıs savaşı!..
Anlaşma yapmak için son tarih olarak 28 Şubat’a mahkum edilen Türk tarafının üzerine en ağır şekilde gelecekler. “Bu plan kölelik planıdır” diyen Denktaş’ın üzerine ise uşaklarını, yani yerli misyonerleri, yani işbirlikçileri salacaklar.
Bizler ise Irak savaşının mahmurluğuyla, Kıbrıs sorununun çeyrek asırlık iç sıkıntısıyla “ver kurtul” cuların isterik çığlıklarını yalnızca dinleyecek, hatta tonlarca kirli bilginin ağırlığıyla “versek de kurtulsak mı acaba?” bile diyeceğiz!..
Kıbrıs’ın ardından Ege’nin, Kıta Sahanlığı sorununun, onun ardından Batı desteğinde Ermeni isteklerinin geleceğini ise aklımıza bile getirmeyeceğiz!.
-Bu ikinci savaşı da sanki bizimle hiç ilgisi yokmuş gibi uzaktan seyredeceğiz!..
Yanıldığımızı, iş işten geçtikten sonra anlayacağız!.. Her iki savaşın da aslında tamamen bizim savaşımız olduğunu, çocuklarımızın geleceğini prangaya vurduğumuzu gördüğümüzde yüzümüz kızaracak, yüreğimiz sıkışacak ama zamanı geriye saramayacağız..
Büyük bir dehşetle,üç, beş dolar uğruna büyük müttefikimizle birlikte kazdığımız kuyudan kurtulabilmek için çabalayacağız, ama olmayacak!..
İşte o zaman, son yarım asırdır baktığımız ama görmediğimiz gerçeklerle yüzleşeceğiz… Teslim olmanın o dayanılmaz ağırlığını tüm gücüyle omuzlarımızda hissedeceğiz… Aslında bu kirli geleceği önleyebilecek biricik gücün yine bizler olduğunun farkına varacağız ve bu kez çok ama çok utanacağız…
-Ama, maalesef hiçbir şey değişmeyecek!..
-Yeni yılınız kutlu olsun!!!
Bu yazı yazıldığında AKP’nin iktidarının henüz ikinci ayı idi. Başbakanlık koltuğunda Abdullah Gül oturuyordu. 2 ay içinde o kadar hızlı yol almışlardı ki, bir tarafta “İkinci Körfez Savaşı”, diğer yanda Kıbrıs’ta “kazan kazan” sloganıyla Annan Planı devredeydi.. Sonra bir mucize oldu ve ülkemizin adeta işgalini sağlayacak “1 Mart Tezkeresi” TBMM’de reddedildi...
-15 yıl sonra bugün nereden nereye savrulduğumuzu görebiliyor musunuz?!.