Havana-Küba
Bir kaç metre ötemdeki büste uzunca bir an baktım, hayretle...
Sonra yavaşça yaklaştım, durdum... Memleketten binlerce kilometre uzakta, sevgiyle dokundum... Sonra altındaki o müthiş, o evrensel ve hiç bir zaman unutulmayacak yazıyı okudum:
-Paz en el pais/ Paz el en mundo...
-Yurtta barış/ Dünyada barış...
Büyük devrimcinin, Mustafa Kemal Atatürk’ün, Havana “eski şehir” deki parkın girişini süsleyen büstüne bakıyordum...
-Üstelik, Atatürk’ün büstü Havana’da tek başına da değildi!..
Kentin bir başka bölgesinde, büyük şair Nazım Hikmet’le rölyef olarak buluşmuştu. Kentin dışındaki bir başka parkta da heykeli bulunuyordu.
-Kendi vatanında yasaklanmaya çalışılan büyük devrimci, burada baş tacıydı!..
Küba... hep istediğim, bir türlü gelemediğim Fidel Castro’nun ülkesi!.. Fidel gitmeden, bir devir tamamıyla kapanmadan görülmesi, solunması gerekli bu ada ülkesine sonunda gelmeyi başardım... Küba’yı size bir kaç sözcükle nasıl anlatabilirim diye epey düşündüm. Belki şöyle:
-Müzik ve dansa deyim yerindeyse ruhunu satmış(!), hem insan, hem kültür olarak rengarenk, 53 yıldır yanı başındaki dev emperyalistin, ABD’nin ambargosu altında bunalmış ve fena halde yoksul bir güzel memleket!..
Sokaklarda insanlarla hep aynı soru etrafında konuşmaya çalıştım... Çalıştım diyorum, çünkü ne ben İspanyolca biliyordum ne de insanların çoğu İngilizce!.. Soru şuydu: -Küba’da devrim eskimiş miydi?. Hem de sonunda Latin Amerika’da yükselirken!..
Gençlerin önemli bir bölümü için biraz öyle görünüyordu!.. 1959 devrimi, diktatör Batista onlar için epey gerilerde kalmıştı.. Comandante Che Guevara ise bir mit, biraz da ticari metaydı eninde sonunda!.. Orta yaş ve üstünde ise ibre tamamen tersine dönüyordu; devrim coşkuyla, sonrasındaki ABD baskısı ve ambargosu ise öfkeyle anlatılıyordu.
-Bilmeyenlerle unutmayanlar, hayal kırıklığıyla devrim iç içe, kucak kucağaydı!..

Canavarı defetmek!..


Hayal kırıklığını yaratan ve körükleyen yoksulluktu...
Küba’nın gülümseyen, dans eden, şarkı söyleyen insanları yoksullukta eşitti... Devrim, ambargoyu kıramamıştı... Paraları bile ayrıydı; biz turistler, uluslararası paralara eşitlenmiş Peso kullanıyorduk... Küba yurttaşları ise mahalli parayı... Bizim paramız her şeyi, onların parası ise ancak devlet mağazalarında satılanları alabiliyordu... Bazı özel ve diplomatik araçlar hariç, arabalar bile 1950’lerde kalmıştı!..
-Gülümsemeyi yaratan ise müzik ve danstı...
Havana’da, Verdura’da, Trinidad’da gece ve gündüz hayat bir karnavaldı sanki.. bizlerin hayatından söz etmiyorum, onların, Küba insanının dokunmaya çalıştığım yaşamını anlatıyorum.. Her renkten Kübalı adeta yürürken bile dans ediyordu sanki.. Durum böyle olunca, Küba’ya birlikte geldiğimiz Hakan Aysev, gittiğimiz yerlerde verdiği mini konserlerle “Türk Pavarotti” olarak geniş bir hayran kitlesi edindi. Sokaklarda durdurup sevgi gösterisi yapanlara ben tanığım...
Anlatacak çok şey var bu güzelim ve sıcacık ülke hakkında ama çok etkilendiğim bir küçük anıyla bitireyim.. Devrimden daha yaşlı bir Kübalıya, Ernesto’ya sordum anlattı:
-Devrimin ikinci yılıydı.. Bir sabah, çok erken, yanı başımızdaki canavar, havadan ve denizden geldi.. Tam üç gün, 72 saat yaktı, yıktı, öldürdü.. Biz, Fidel, Che, ordu ve halk birlikte karşı koyduk.. Silahı olmayan, kazmasıyla, küreğiyle koştu, geldi.. Sonunda defettik canavarı.. Biliyor musun, bu lanet olası canavarın, Latin Amerika’da aldığı ilk yenilgiydi...”
Yaşlı adamın anlattığı, 1961 Domuzlar Körfezi Çıkartmasıydı.. Ve sözünü ettiği “canavar”, yani ABD gerçekten Küba’dan rezil olarak çekilmişti... Ama en etkileyici bölüm arkadan geldi:
-İşte bugün Latinlerin zaferi o günün üzerinde yükseliyor, 50 yıl sonra da olsa!..
Doğruydu tabii!.. Küba çok büyük bedel ödemiş ama Latin Amerika kazanmıştı...

20. Yüzyılın son büyük devrimcisi!..


Yukarıda okuduğunuz gibi, ben Fidel ölmeden dört yıl önce Küba’yı görebilenlerdenim!..
Sayısı belli olmayan suikast girişimleriyle, sürekli ambargoyla, ABD’nin bu adayı dünyadan soyutlama çabalarıyla geçen 50 yıl içinde bir kez bile ödün vermedi Castro... Latin Amerika’ya elinden gelen her türlü yardımı yapmayı da ihmal etmedi...
Evet, Küba hep zoru yaşadı, hep yoksullukla sınandı; ancak dünyanın en büyük ve etkin sağlık sektörünü kurmayı da başardı!.. Bizimki bile “şifa niyetine” bu küçük adaya uğramadan geçemedi!..
Latin Amerika’nın belli başlı ülkeleri 50 yıl gecikerek de olsa Castro ve Che’nin düşlediği rotaya iyice yaklaştı... Siz bakmayın sol ya da sağ görünümlü kapıkullarının Castro’nun ardından ağız dolusu hakaret etmelerine, zavallı hezeyanlarına; 20. Yüzyılın en müthiş, en saygın, en yürekli devrimcilerinden birini yitirdik. O devrimci ki, Mustafa Kemal ile ilgili aynen şu sözleri söylemişti:
-Devrimci Atatürk benim esin kaynağımdır!..
Bu dünya şayet 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bir “yeni ortaçağ düzenine” hapsedilmek, sürüleştirilmek isteniyorsa, o dünyanın bu iğrenç karanlıktan çıkıp güneşli günlere ulaşması yine o cesarette, o yürekte, o bilgelikte büyük devrimciler sayesinde mümkün olacaktır...
-Tarihte zulme ve zalime karşı çıkan tüm devrimcilere saygı ve sevgiyle...