Geldik “yeniyıl”yazıları” üçlemesinin son ayağına…
Bu kez 2007 yılının sonunda, o yıl yaşadıklarımızı ve 2008’in neler getirebileceğini konu edindiğim “Sızı” başlıklı yazımı seçtim sizler için. O yıl, yakın gelecekteki büyük kumpasların planlandığı yıl olmuş, kasım ayının başında, Washington’da, Oval Ofis’te “Ergenekon Kumpası’nın” düğmesine basma kararı alınmıştı.. Ancak henüz bizlerin haberi yoktu!.. yurtsever aydınların zindanlara doldurulacağı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüzlerce subayının tutuklanarak, kozmik odasına dahi girilerek Belinin kırılacağı bir sürece giriyordu Türkiye…
-Bir daha hiçbir şey aynı olmayacaktı!..
“Penceremden İstanbul’un o vakitsiz karanlığını seyrediyordum...
Göğsümde, sol yanımda ağır bir sızı... Kocaman karanlığın sağında, uzanıp tutuverecekmişim uzaklığında, ışıltılar içinde bitmiş, bitmemiş ve hatta henüz başlamamış, yani kapalı kapılar ardında ihalesi kotarılan, paylaşımı yapılan uzun, upuzun gökdelenler zaferlerini kutluyorlardı...
Solumda, taa aşağılarda utanılası, ağlanası bir sefalet... Soluduğu havada ucuz, karbondioksiti bol kömür bulutları asılı, Kurban Bayramı’nın kanıyla yoğrulmuş, kırmızıya çalan yapış yapış çamurun üzerine tünemiş, birbirine tutunurcasına yaslanmış sessiz gecekondular, olmayan ve hiç olmayacak geleceklerine ağıt yakıyorlardı ...
Televizyonda Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, devletin valilerine, kaymakamlarına kamyonun şoför mahalline oturup ev ev dolaşmaları, insanlara kömür dağıtmaları talimatı veriyordu... o kömürler yakılacak , karbondioksit yüklü bulutları ise asla terk etmemecesine o zavallı mahallelerin üzerinde asılı kalacaktı...
Gazetede, iktidarın 2008 yılında ücretsiz kömür dağıtımı için 232 trilyon lira ödenek ayırdığı yazıyordu. Böylece 2003 yılından bu yana dağıtılan kömür maliyeti 1 katrilyonu geçecekti... “Acaba 2003’ten bu yana yatırım, yeni iş sahası için bütçeye konulan para 1 katrilyonu bulmuş mudur” diye düşündüm.  Başbakan coşkuyla haykırıyordu:
- Sayın valim, sayın kaymakamım, kömürü, sobayı sen vereceksin. Bunu yaptığın gün Türkiye uçar...
Sonsuz bir utanç duygusuyla sarsıldım... Televizyonun sesini sonuna dek kısıp,  CD’ye Zülfü Livaneli’nin, her defasında müthiş bir hüzünle dinlediğim, “ah çocuklar, ah” diye hayıflandığım o muhteşem şarkısını koydum:
- Çözülen bir yün yumağı/ akıp giden günlerimiz/ mezar taşlarından suskun/ sessiz sitemsiz...
Sol yanımın sızladığını hissettim...

Kendi ellerimizle gömdüğümüz bir yıl!..


İşte 2007’de geçip gitti...
Aslında, koca bir yıl daha elimizden kayıp gitti... Acı bir ders vererek, “silkinin, ayağa kalkın, yoksa bir daha güzel günler göremeyeceksiniz” diyerek gitti... Aydınlık umutların nasıl karanlık umutsuzluklara dönüşebileceğini göstererek gitti... Kendi ellerimizle gömdüğümüz bir yılın muhasebesini yapmaya çalıştım bir süre... “Aydın” denilen ihanete takılıp kaldım... Şarkının anlattığı o güzel, o cesur, o kahraman ve o artık hiç yaşlanmayacak insanların pırıl pırıl anısı önünde başım eğik, taa yüreğimin içinden af diledim:
- Savrulan yapraklar gibi/ akıp giden günlerimiz/ cenaze törenlerinde/ sessiz sitemsiz...
Sonra, 2008’i düşündüm... Bu güzelim ülkede ayağa kalkmaya, geleceği için kavga vermeye hazır olduğunu defalarca gösteren, kalbi kırık milyonlarca aydınlık insanı düşündüm. Daha yapılacak çok şey olduğunu, yapılacak biricik şeyin omuz omuza vermek olduğunu düşündüm... Zülfü’nün son mısralarında anlattığı o “arkadaşlara” layık olabileceğimizi, olduğumuzu düşündüm:
- Bir kitaba başlar gibi/ koşarken yavaşlar gibi/ ölen arkadaşlar gibi/ sessiz sitemsiz...
Penceremdeki karanlık iyice koyulaşmış, tan yerinin ağarmasına sayılı dakikalar kalmıştı. O sözler geliverdi aniden aklıma:
- Karanlığın en yoğun olduğu an, aslında aydınlığa en yakın olduğun zamandır...
Yüreğimde, “o güne gelene dek” asla geçmeyeceğini bildiğim o derin sızıyı hissettim...
-Bir de bilendiğimi...”

Gelecek, yiğit insanların elinde yükselir!..


Aradan koca bir 9 yıl geçti..
Bu süreçte yaşadıklarımızı hepiniz biliyorsunuz!.. Tanrı bir daha o yılları yaşatmasın dediğinizi duyar gibiyim; ancak bugünlerde yaşadıklarımıza bakınca, koca bir ülkenin nasıl bir cenderenin içine hapsedildiğini de görüyorsunuz… Türkiye bu süreçte hep karanlığa doğru yol aldı ne yazık ki!.. 2017’ye girerken içimizde ayrılıkçı terörle sınırımızın hemen dışında dinci terörle savaşıyoruz… Ekonominin alarm zilleri delicesine çalıyor…
Böyle bir ortamda bir de başımıza “Başkanlık Gömleği” geçirilmeye çalışılıyor; diğer bir deyişle “Cumhuriyete elveda”, “Tek Adam rejimine merhaba” dememiz isteniyor!.. Bu dünyada bağımsız, özgür yaşamayı bileğinin ve aklının hakkıyla seçen uluslar olduğu gibi, Orta Çağ’ın batağına saplanmış, “köle toplumlar da” var doğal olarak… Kısacası, nasıl bir yaşamı seçeceğimize bu ülkenin insanları karar verecek...Ya yiğit, aydınlık, yurtsever insanların özgür, bağımsız, haysiyetli ülkesi… Ya da korkak, umutsuz, geleceği çalınmış “köle insanlar” ülkesi…
-2017 her şeyden önce bu kararın yılı olacak!..
NOT: Bu ülkede iyi şeyler de oluyor tabii; biraz önce elektrikler geldi!!! (Zaytung’dan)