Gürcistan, Ukrayna, Suriye...
Dünyanın en güçlü iki ülkesi; ABD ve Rusya, bu üç cephede, dolaylı şekilde, karşı karşıya geldi.
İlk ikisinde, net şekilde Rusya’nın çıkarları hakim oldu.
Suriye’de ise durum daha karışık. Washington ile Moskova’nın çıkarları kimi yerde kesişiyor, kimi yerde çatışıyor.
Mesela, Türkiye’nin “terör örgütü” dediği PYD konusunda, Rusya ve ABD hemfikir... Her iki ülke de, PYD’yi terör örgütü olarak görmüyor. ABD Başkanı Obama’nın özel temsilcisi Brett McGurk’un Kobani’ye yaptığı ziyaret ile PYD’nin Moskova’da “temsilcilik” açması, aynı haftaya denk geldi.
Esad rejimi konusunda ise Rusya ve ABD arasında “zıtlık” değilse de “farklılık” var.
Rusya, Esad yönetimiyle tam ittifak halinde; Suriye’de ateşkes ve siyasi çözümün ardından, ülkenin Beşar Esad ve ekibi tarafından yönetilmeye devam etmesi konusunda kesin kararlı.
ABD’deki Obama yönetimi ise IŞİD yerine orta vadede Esad yönetimine razı görünüyor. Uzun vadede Esad’a Suriye yönetiminde herhangi bir rol görmüyor ABD.
Peki uzun vadede Washington “Esad gitmeli” ısrarını sürdürür mü? O biraz gelişmelere bağlı sanki...
IŞİD ortadan kalkıp, Suriye’de görece istikrar oturduğunda, ABD’nin sadece “Esad gitsin” diye Moskova yönetimiyle gerilim yaşaması biraz şüpheli.
Büyük güçlerin bu itiş-kakışının en yoğun yaşandığı bölgedeki kilit ülke ise Türkiye.
Bu konum Türkiye’ye güç getirdiği kadar, güçsüzlük de veriyor aslında.
Gürcistan ve Ukrayna krizlerine bakarsak.
İlginçtir; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan o çok eleştirdiği 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 2. Dünya Savaşı’ndaki politikasını izledi; taraf olmadı, kaybetmedi.
Suriye’de ise İnönü kadar akıllı davranamadı AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı.
Türkiye’yi Suriye’de açık taraf ilan ettiler. Ve böylece de aslında büyük güçlerin, ABD ve Rusya’nın “vekalet savaşlarının” tam ortasında bıraktılar.
ABD açısından Suriye krizinin başlangıcında Türkiye’nin rolü “aktif” idi; Esad yönetimi devrilecek, komşu Türkiye üzerinden verilecek teknik ve lojistik destekle, muhaliflerin kazanması sağlanacaktı.
Ancak ABD’nin öngördüğü ya da Ankara’nın Washington’a anlattığı “ılımlı İslam” yerine, IŞİD ortaya çıktı. Üstelik krize Rusya ve İran da müdahil oldu.
Böylece Türkiye’nin, “ılımlı muhalif” adı altında, aslında Sünni Cihatçıları destekleyen “aktif” rolü, Suriye’de ABD çıkarları açısından yarar değil zarar kaynağı haline geldi.
Şimdilerde Washington, Türkiye’nin Suriye’deki rolünü “pasif” hale getirmeye çalışıyor.
Amerikalı yetkililerin bugünlerdeki en büyük beklentisi, Erdoğan ve AKP hükümetinin, Türkiye’nin sınırlarını Suriyelere açması değil tam aksine sıkı sıkıya kapatması.
Yani “gölge etmemesi...”

Erdoğan neden Davutoğlu’nu seçti?

Recep Tayyip Erdoğan 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçildiğinde, herkes AKP’yi ve Başbakanlık görevini kime bırakacağını merak ediyordu.


Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nu işaret etti, Davutoğlu hem AKP lideri, hem Başbakan oldu.
O zamanlar, Erdoğan’ın Davutoğlu’nu seçmesi konusunda, “parti içinde kendi gücünü zedeleyemeyecek, tabanla çok ilişkisi bulunmayan” bir isim
olmasından...
“Partideki dengeleri koruma çabasına” kadar pek çok yorum ortaya atıldı, tartışıldı.
Bunlar Davutoğlu’nun AKP lideri olarak seçilmesi konusunda parti politikası açısından oldukça mümkün. Peki ya dış politika boyutu?
Acaba Suriye politikası, AKP liderliği için Davutoğlu’nun işaret edilmesine bir neden olabilir mi?
* Öncelikle; Türkiye’nin Suriye’de izlediği mezhep temelli politikanın mimarlarından biri, Suriye ilk karıştığı günlerde Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu.
* İkincisi; Davutoğlu Suriye’yle ilgili yapılan her temasta vardı. Mesela bugünlerde AKP hükümetinin “terörist PKK’nın uzantısı” ilan ettiği PYD’nin lideri Salih Müslim’i Türkiye’de ağırlayan, onunla görüşen “Dışişleri Bakanı” sıfatıyla Davutoğlu olmuştu. Erdoğan, Salih Müslim ile hiç fotoğraf vermedi.
* Suriye’de “güçlü muhalefet hareketi” diye pazarlanan, ancak pek bir başarı gösteremeyen “Özgür Suriye Ordusu” ve benzeri hareketleri, “Dışişleri Bakanı” olarak bizzat Davutoğlu organize etti, hepsiyle tek tek görüştü.
* Davutoğlu Başbakan olduktan sonra Suriye’de Suudi-Katar destekli mezhepçi politikayı aynen izledi. Erdoğan’ın hep desteği vardı ama göz önünde olan Davutoğlu idi.
Davutoğlu dışındaki her hangi bir isim Erdoğan’dan sonra Başbakan olsaydı, Davutoğlu kenarda kalır, Suriye’de izlenen politikanın günahı da, sevabı da Erdoğan’a yüklenirdi.
Tüm bunları alt alta koyduğunuzda, Suriye politikasının iyice çıkmaza girdiği bu günlerde ister istemez şu sorular akla geliyor;
Erdoğan’ın, daha önce pek çok konuda yaptığı gibi, Suriye konusunda da “aldatıldım” demesi söz konusu olabilir mi?
Dolmabahçe’de Yalçın Akdoğan ve Efkan Ala’nın başına gelen, Suriye konusunda da Davutoğlu’nun başına gelebilir mi?
Erdoğan, Suriye’de izlenen politikalar konusunda “haberim yoktu” diyebilir mi?
Unutmayın; Suriye konusu artık dünya meselesi. Suriye’de iç savaş sonrasında ortaya çıkacak olan tablo, bu ülkede şu ya da bu fraksiyonu destekleyen ülkeleri, onların liderlerini de etkileyecek. Belki Suriye konusunda uluslararası mahkemeler gündeme gelebilecek.
Suriye’de “yenilenler” de, mutlaka bu süreçten etkilenecekler.
Eğer Türkiye’nin desteklediği gruplar Suriye’de başarısız olursa, gözler de yasalar önünde “sorumsuz” olan Cumhurbaşkanı’na değil “sorumlu” mevkideki Başbakan’a dönecektir.

Kissinger etkisi

ABD ve Rusya arasında Gürcistan-Rusya ve Suriye ekseninde yoğun yaşanan gerilim, yakın coğrafyada ise daha çok “rekabet” boyutunda ortaya çıkıyor.


Enerji kaynak ve yollarının kontrolü ile Doğu Akdeniz’deki hakimiyet, Washington ve Moskova’nın alttan alta birbirlerinin ayağına basmaya başladıkları bölgeler.
Peki bu gerginlik nereye varır? Yeni bir soğuk savaş? Hatta sıcak çatışma?
Bunların hiçbiri mümkün değil.
Çünkü her iki ülke de, dış politikanın “ya hep, ya hiç” düsturuyla yürümediğinin farkında.
Diplomasinin “arka kapıları” hem Washington, hem de Moskova tarafından etkin şekilde kullanılıyor.
ABD devletinde hiçbir resmi görevi olmayan ancak uluslararası diplomasinin en tanınmış ismi Henry Kissinger geçen hafta sessiz sedasız bir Moskova ziyareti yaptı.
Üstelik, “güçlü Türkiye”nin Cumhurbaşkanı koltuğunda oturan Recep Tayyip Erdoğan’ın “çok isteyip de yapamadığını” yaptı; Rusya Lideri Vladimir Putin ile görüştü.
Başta Suriye olmak üzere, çatışma alanlarında Moskova-Washington uzlaşmasının ucu göründü.
Kissinger’ın ziyaretinden hemen sonra ise Esad rejim güçleri, Rus hava desteğiyle Halep yakınlarında Türkiye-Katar-Suudi destekli muhalif güçlerin birbirleriyle bağlantısını kestiler.
Artık kuzeyde kalan muhaliflere verilecek destek, deyim yerindeyse, “Rus insafına” kaldı.
Suriye’nin güney bölgelerine ise Ankara sınırından erişim, olursa ancak IŞİD bölgesinden olabilecek.
Bu durum, Türkiye açısından büyük önem taşıyor;
Türkiye ya uluslararası ilişkilerdeki yeni parametreleri doğru okuyup, saygın bir ülke olacak...
Ya da “büyük Türkiye” söylemi ve mezhepçi politikalarla, aslında var olan gücünü mezhepçilik politikaları uğruna har vurup, harman savuracak.
Çok kritik bir dönemden geçiyoruz.

Dış politika hamasetle yürümüyor...

 

Türk basınına fazla yansımadı.
Ancak dünya medyası geçtiğimiz iki hafta adeta İran’la yatıp, Ruhani ile kalktı.
İran’a yönelik yaptırımların kalkmasının ardından Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Avrupa turu büyük yankı uyandırdı.
Avrupalılar Ruhani’yi kırmızı halılarla karşıladılar, resmi yemeklerde alkollü içki servisini kaldırmaktan, geçeceği yerlerdeki çıplak heykelleri örtmeye kadar, onu memnun edecek her şeyi yaptılar.
Ve karşılığını aldılar;
* Ruhani’nin Roma ziyaretinde İtalya ile İran arasında enerji, altyapı, demir-çelik,
gemi yapımı sektörlerinde toplamda 18 milyar dolarlık anlaşmalar imzalandı.
* Paris’e gittiğinde, anlaşmalar daha da büyüdü; telekomdan çevreye, turizmden yüksek öğretim alanında işbirliğine kadar pek çok anlaşma imzalandı. En büyük pay ise ulaştırma alanında; İran Fransa’dan 114 Airbus uçağı alacak, Fransız otomotiv şirketleri İran pazarına girecek, Fransa İran’da Tahran ile ülkenin Afganistan sınırındaki kentleri arasında hızlı tren inşa edecek. Ayrıca başta Tahran olmak üzere pek çok kentte lüks oteller inşa edecek, işletecek.
* Ruhani’nin Avrupa turundan hemen önce, Tahran’da ağırladığı çok önemli bir konuktan da bahsetmek gerekir. İran’a yaptırımlar kaldırıldı, ertesi gün Çin Devlet Başkanı beraberinde çok geniş bir heyetle Tahran’daydı. Ruhani ve Çinli Lider Xi, ticaret hacmini 10 yıl içinde 600 milyar dolara çıkartmak konusunda anlaştı. Çinlilerin İran’da aldığı yol, köprü, altyapı ihalelerinin haddi hesabı yok.
Peki bunlar yaşanırken İran’ın komşusu Türkiye ne yaptı?
Alabildiğimiz tek şey, İran’la yaptığımız doğalgaz anlaşmasını uluslararası tahkime götürüp, doğalgaz fiyatında indirim oldu. Sadece hakkımız olanı aldık; daha fazlasını değil.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Bizim yüreğimiz, bütçemizden büyük” gibi açıklamalar yapıyor; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözcüsü “değerli yalnızlık” gibi kendilerince pek bir soylu kavramlar üretiyor ama...
Şu bir gerçek; dış politika hamasetle yürümüyor...

ANKARA FISILTISI: Tüm işaretler Babacan’ı gösteriyor

Ankara kulisleri çok haraketli...
AKP kurucusu ve eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın çıkışlarının ardından her köşede, “AKP’de ne olacak?” sorusu soruluyor. Yanıtlar ise tek bir kişiyi işaret ediyor; Ali Babacan.
Abdullah Gül ile Bülent Arınç’ın, kendilerinin destekleyeceği Ali Babacan liderliğindeki bir hareket üzerinde anlaştıkları konuşuluyor. Hareketin, AKP içinde mi, dışında mı gelişeceğini ise gelişmeler belirleyecek gibi...