Bir devlet, birlikte yaşamanın temel ilkelerini oturtamamışsa, her türlü cemaatçi yaklaşım hükmünü sürdürür. Peki, cemaatçi yaklaşımın ne sakıncası var; zaten farklı mezhepler/meşrepler, farklı siyasi görüşler içinde değil miyiz?
Öncelikle şu hususun altını çizelim: Farklılıkları kabul etiğiniz andan itibaren, cemaatçi anlayıştan çıkarsınız. Ancak bu yetmez; ait olduğunuz yerin/görüşün meşruluğu kadar diğerlerinin de meşruluğunu kabul etmeniz gerekir. Bu da yetmez, bir hukuk devletinin gereği olan tüm hakların, herkes için aynı derecede geçerliliğini savunmalısınız. Bu dahi yetmez, yüklendiğiniz sorumluluklarda, işe alımlardan her türlü hizmete kadar, en küçük bir ayrımcılık yapmaksızın ve içinde yer aldığınız grubu diğerlerinden üstün tutmaksızın işinizi yaparsınız.
Benim partilim, benim seçmenim, benim hemşehrim, benim ihvanım (tarikatimin üyesi) diyerek konuşuyorsanız, siz cemaatçi bir tutum içindesinizdir.
Eğitimden yatırıma, belediyecilik çalışmalarından ibadethanelere uzanan harcamalarda, toplumun ihtiyacını karşılamak yerine, politik tercihler yapmak, cemaatçiliktir. Keza kendi seçmenine “milletin kendisi” derken, muhalif seçmenin de bu toprakların asli sahibi olduğunu unutmak cemaatçiliktir. Bürokratından siyasetçisine, düşünüründen gazetecisine, büyük çoğunluğun içine düştüğü bir hastalıktır bu. Bu tahlilin kavramsal düzlemde ortaya çıkması için genel bir tahlile ihtiyaç var.

CEMAAT KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ

Cemaat kavramın sosyolojik karşılığı, İngilizce’de “community”, Almanca’da “Gemeinschaft”ır. Asıl kelimenin kökü, klasik Yunanca’dan gelen “ekklesia”dır ki topluluk demektir; kilise kelimesi de buradan gelir. Cemaat, Arapça’da “cemea” kökünden türemiştir; cami de bu köktendir; bir araya gelmek demektir.
Bu kavramların tümü, özellikle de “Gemeinschaft” bağlamında, modern öncesi toplumu tanımlar. En önemli çağrışımı ise dini olmasıdır. Kelimenin anlamından hareket edecek olursak, “toplanma, bir araya gelme” toplumsal örgütlenmeye hizmet eder. Antik Yunan’ın polisinde de, klasik İslam tarihinin medinesinde de bu böyledir. Modern öncesi toplum, iktisadi örgütlenmeden tutun, savaş yapma kabiliyetine ve şehir yapılanmasına kadar bu paradigma içinde yaşadı. Başka çaresi de yoktu. Çünkü bilgi birikimi ve teknolojisi bunu zorunlu kılıyordu. Felsefesi hatta bilgi üretimi dahi bu bağlam içinde şekilleniyordu. Başka bir deyişle toplumsal var oluş, dini var oluş, ekonomik var oluş “Gemeinschaft” örgütlenmesi içindedir.
Sonrasında, cemaat, siyaset felsefesinin de bir kavramı haline gelecektir. Böylece devlet ve toplum uyum içinde nasıl işleyecek sorunsalı ortaya çıkar. Yine bu noktada avam-havas (soylu) ulema, yüksek kültür ve saray çevresi gibi kavramlar da İslam siyaseti bağlamında literatüre girer.
Modern öncesi toplumlarda, bu hâkim yapıların dışında kalan kişi ya da gruplar hiç mi olmamıştır? Olmuştur elbette ancak ötekileştirilme ve hatta şeytanlaştırılma pahasına!

CEMAATİN ZITTI: ULUS DEVLET

Gemeinschaft’ın karşıtı Gesellschaft’tır. İngilizcesi society’dir. Türkçe’mize ise toplum şeklinde çevrilmiştir. Eski Türkçe’de ve Arapça’da karşılığı cemiyet’tir. Terimin artık dini bir çağrışımı yoktur. Aksine, seküler bir toplumsal örgütlenmeyi tanımlar. Modern bağlamdaki karşılığı ise ulus devlet’tir. Tam da bu noktada vatandaş; yani iktidara doğrudan eklemlenen birey, yeni bir insan modeli olarak karşımıza çıkar. İktidara doğrudan eklemlenmenin, iktidardan pay almanın karşılığı cumhuriyettir; modern paradigma içinde demokrasidir. Cumhuriyet, temsilci meclisler aracılığıyla halkın tesis ettiği iktidardır, yönetim biçimidir. Monarşileri devirerek gelirler. (Fransız devrimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu)
Demokrasi ise cumhuriyet sistemi üzerine inşa edilir. Ve meclisler siyasi partiler zemininde yeniden şekillenir. Siyasi partilerin işleyişi ise (normal bir demokrasi de) ekonomi-politik ve sınıf temelinde siyasetle belirlenir. İktidara geldiklerinde, bu partiler, devleti yönetirler, fakat asla devletin sahibi olamazlar. Vatandaşa karşı ve hukuka karşı şeffaftırlar. Hesap verme yükümlülükleri vardır.
Görüldüğü üzere, iki kavram arasında devletin işleyişi bakımından dağlar kadar fark var. Demokrasi, hukuk devletini egemen öbeklerin çıkarlarına uygun düşen bir yönde değiştirmeye çabalayan toplumsal ve siyasal güç olarak kullanılamaz. Yukarıdaki kitâbi bilgiyle kıyasladığımız zaman, Türkiye’de, demokrasi dediğimiz şeyin, aslında bir demokrasi skeci olduğunu söylersek, hata yapmış olur muyuz?!