Toplum yasayla bir arada durur; yasaların işleyebilmesi için de hukukun üstünlüğü gerekir. Öncelikle şu temel soruyu saralım; hukukun üstünlüğü kutsal mıdır? Bu, o toplumda, o anki durumda yasa koyucu ve uygulayıcıların bağımsız ve tarafsız olmasıyla ilgilidir.
Yasa, toplumsal bir mutabakat sonucu, evrensel ahlaka uygun bir şekilde yazılıp okunuyorsa; zalime karşı mazlumu, batıla karşı hakkı, korkakların hilelerinden cesurları, çoğunluğun baskısından azınlıkları koruyorsa, üstün yasadır. Ancak çıkar grupları, gücü bir şekilde ele geçirmiş siyasal ve ekonomik erkleri ellerinde tutanlar, yasayı, mevcut durumlarını sürdürebilmek için bir silah (!) olarak kullanıyorlarsa, bu durumda hukukun üstünlüğünden bahsedilmesi anlam ifade etmez.
Nitekim kölelik, serflik gibi kurumlar yüzyıllarca yasayla meşrulaştırılmıştır! Veya dünya ticaretinde, bizim konumumuzda olan ülkelere kurulan baskılar, eşitsiz mübadeleler yine uluslararası antlaşmalarla sabitlenmiştir.
Friedrich Engels der ki “Devlet, toplumsal uzlaşı olmadığının itirafıdır.” Yani devletin kabileden farkı, en başta farklı kutuplara, yasayla eşit mesafede durarak mutlak otoritesini meşru kılar. Belli bir zümrenin güdümü altında kalırsa devlet, devlet olma niteliğinden uzaklaşır.

DEVLETİN MÜLKİYETİ

Adalet, özgürlüğün temini için vardır. Konusu suç
teşkil etmeyen ve başkalarını kısıtlamayan davranışları sergileyebilmenin garantisi hukuktur. Buradaki temel soru, kimin özgürlüğü korunacak sorusudur.
Mülkiyet önemli bir kavramdır. Özel mülkiyetse kişinin özgürlük alanıdır. Devlet dahil, kimse bu alana hukuksuzluk yaparak müdahale edemez. Burada tasarruf, kişinin çıkarını çoklaştırmak için kullanılır.
Ancak devletin mülkiyeti kimsenin tekelinde değildir. Bu yüzden kişisel çıkarlar değil, devlet menfaatleri ön plandadır. Kimse kendi çıkarları için devlet üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir.
Nobel ödüllü ABD’li Joseph E. Stiglitz; “devletteki kuvvet sahipleri doğru olanı yani devletin çıkarları için olanı yaptıklarına kendilerini inandırırlar, bu kendilerini inandırmalarındaki temel güdü de kişisel çıkarlarıdır” der.
Sonuç olarak devletin çıkarları, kişisel çıkarlardan ibaret değildir. Devlet çıkarı bunların çok fevkindedir. Çünkü devletin tüzel bir kişiliği vardır. Kişisel hırs ve taleplerle devletin yönetimini, yasasını değiştirmek, devletin mahiyetine kastetmektir.

ÖZGÜRLÜK İMAN İLİŞKİSİ

Özgürlüğün olmadığı yerde hukuk, hukukun olmadığı yerde
adalet, adaletin olmadığı yerde ahlak yoktur. Keza özgürlük yoksa Allah’ın murat ettiği imandan ve onun oluşturmak istediği yüksek değerlerden de bahsedilemez. Bir bilinçten bahsedeceksek, bu ancak özgürlükler içinde neşvü
nema bulur.
İman istençli bir şekilde kalbin tasdikidir. Başkalarının zorlamasıyla tabi olmak değildir. İnsan mükelleftir dediğimizde, Tanrı karşısında aynı sorumlulukta olan, özgür her bir kişiden bahsederiz.
İman dediğimiz olgu - Allah’ı tasdik- özgürlük içinde bir anlam kazanır ve bir yaşam şekli belirler. İman bir tavırdır. Kişinin aldığı sorumluluklarda nasıl hareket edeceğinin ölçüsüdür: İyiyi, güzeli, doğruyu seçerken, adalet ve hakkaniyet içinde mi davranacak; yoksa tanrılaştırdıklarına (!) yani para, makam, şan, şöhret, lider, parti, hizip vb. putlarının sesine mi kulak verecek?!
Tanrının dahi kendisi üzerinde kurmadığı vesayeti, insanın birilerine devretmesi ne büyük nankörlüktür. Bu adeta verilen nimeti tepmek, “bana verdiğin aklı ve iradeyi kullanmıyorum” demektir.

KİŞİ OLMAKTAN VAZGEÇİŞ

Özgürlükten vazgeçiş, bireysel benlikten vazgeçiştir...
Özgürlükten vazgeçiş, onurlu yaşamaktan, ahlaktan, imandan vazgeçiştir.
Belki bir kolaylıktır bu vazgeçiş, belki bir uyumdur -tıpkı bazı canlıların bulundukları arazinin rengine boyanması gibi- belki yalnızlıktan kurtulmaktır.
Fakat ödediği bedel çok ağırdır; kişi artık kendisi değildir çünkü... Kendini, kendine verileni, kendi bilicini inkar etmiştir.
Öyle anlaşılmaktadır ki insan için temel değer özgürlüktür. Çünkü ‘kişi’ olmanın vazgeçilmez koşuludur özgürlük... ‘Kişi’ ise kendi bencilliğinden kurtulmuş ama toplumsal determinizme de kendisini teslim etmemiş olandır.
Bizim, bireylerden ziyade kişilere ihtiyacımız vardır. Kişi, özgürlüğü ve yüklendiği sorumluluğu dolayısıyla manevi bir varlıktır. Din de ahlak da hukuk da aslında kişiyi muhatap alır.
Kişi olarak hareket etmenin ve kişi olma donanımına sahip olmanın ne olduğunu anlayanlar, bu var oluş halinden taviz vermek istemezler. Dolayısıyla özgürlükler karşısında geri çekilme durumunda olanların, kişi olma hususunda problemli olduklarını düşünmemek elde değildir.