Adamın biri Nasrettin Hoca’ya sormuş: Kimsin?
- Hiç demiş Hoca, ‘hiç kimseyim’.
Muhatabı bıyık altından küçümseyerek gülmüş. Bunu fark eden Hoca sormuş, peki sen kimsin?
- Mutasarrıfım, demiş; kabararak.
- Sonra ne olacaksın?
- Herhalde vali olurum, demiş adam.
- Daha sonra?
- Vezir, demiş.
- Ondan sonra?
- Bir ihtimal sadrazam olurum.
- Daha sonra?
Makam kalmadığını gören adam: Hiç, demiş.
Nasrettin Hoca:
- Daha niye kabarıyorsun be adam, ben senin yıllar sonra geleceğin makamdayım!

*  *  *

Peygamberlerin, erdem sahibi şahsiyetlerin; hayata, makama, paraya bakışı budur.
Hz. Muhammed’in hayat standardını, yaşadığı toplumdaki en yoksul ile eşitleyebilirsiniz; devlet başkanlığı yaptığı dönem dâhil...
Mesele, çalışıp çabalamamak değil; o yerlerin, o makamların, helal yoldan elde edilen o servetin geçiciliğinin farkına varmak ve emaneti özenle taşıyabilmektir.
İslam; bitmeyen arzuları, uzun emeli yasaklar.
Alak Suresi’nde (7.ayet) güç sahibi olup, kendisini kendisine yeterli gören insanın “...fütursuzca azacağı, kendini tanrılaştıracağı” beyan edilir.
Nitekim tarih boyunca saltanat süren sözde Müslüman yöneticiler, İslamî değerler dizisini alt üst etmiştir. Kendi yaptıkları her şeyi -zulümleri, ölümleri, haksızlıkları, hırsızlıkları vs.- din ile meşrulaştırdıkları gibi, tebaalarının dini yaşamlarını da -ibadetlerine kadar- düzenlemişlerdir! Kaderciliğin, Müslüman toplumlarda bu denli etkili olması, zalim sultanların kendi zulümlerine rıza gösteren bir toplum yaratmak istemelerindendir.
Beni Saide Hadisesi olarak anılan ilk halife seçimi, İslam tarihinde kırılma noktasıdır. Peygamberin cenazesi ortadan kalkmadan başlayan iktidar kavgası ve akabinde devam eden ayrışmalar, siyasetin dine ve düşünceye egemen olmasını başlattığı gibi; neyin din neyin siyaset olduğu farkını da ortadan kaldırmıştır. Nirengi noktasını yitiren Müslümanlar, geçmişlerinin sağlıklı tahlilini hâlâ yapabilmiş değiller. Dünya insanlığına yönelik evrensel bir proje çıkartamamalarının temelinde yatan en önemli saik budur.

İSLAM VE YÖNETİM BİÇİMİ

Son günlerde, başkanlık tartışmalarıyla birlikte bir tarafta hilafet arzularıyla yanıp tutuşanların, diğer tarafta kafalarındaki şeriat ile Kur’an’ı özdeşleştirenlerin açıklamalarına şahit oluyoruz.
Din, kişinin Allah ile olan ilişki boyutudur. Her davranışın sadece Allah için yapılmasıdır. İslam kısaca, iyiyi güzeli ifade eden temel ilkeler manzumesidir.
Şeriat ise bu ilkelerin dönemsel olarak normlaşması ve kalıplara girmesidir. Bu bağlamda ilkeler sabittir, uygulamalar değişkendir. Zamana, mekâna, sosyal yapıya göre değişir.
Binaenaleyh Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Ali Bardakoğlu’nun da net bir biçimde ortaya koyduğu gibi; İslamiyet’in bir siyasi modeli öngörme, emretme veya reddetme gibi bir konumu olamaz.
Evet, İslam bir rejim dayatmaz veya öngörmez.
Ancak evrensel ilkeler koyar; yöneticinin, iktidarını, bu ilkelere uygun olarak nasıl kullandığına bakar.
Nedir bu ilkeler:
Liyakat sahibi olmaktır.
Adalettir... Emanet ve hukuka riayet, kamu düzenini koruma, kamu yararını sağlama, yanlışlıkları, haksızlıkları, zulmü ortadan kaldırmayı hedeflemektir.
İyinin, güzelin ve doğrunun yeryüzünde egemen olmasını sağlamaktır.
Kur’an ilkelere sadık kalanları yüceltir ve alkışlar.
Keza bu ilkelerden biri de şura kavramıdır. Çeşitli konularda bilgi sahiplerinin bilgilerine başvurmak ve o sonuca göre hareket etmek gerekir.
Klasik eserlerde yer alan içtihatlar ve bu dönemlerde ortaya çıkan siyaset doktrinleri, dönemin yönetim biçimi ve anlayışları üzerinden ortaya konulmuştur. Bu eserlerde, günümüz demokrasisiyle, en temel insan haklarıyla ve özgürlüklerle çelişen pek çok başlıklar ve içtihatlar söz konusudur.

ŞURA ORTAK AKILDIR, KURUMSALLAŞMADIR

Ezcümle, Kur’an; ne akraba yakınlığını, ne de inanç, ırk mezhep/cemaat aidiyetini eksene alan bir yöneten-yönetilen ilişkisini kabul eder. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde olmayan tüm gücü tek elde toplamak, İslam tarihinde elim hadiseleri görmezden gelmektir.
Tecrübelerden ders almamak ise, ne aklidir, ne ahlakidir, ne de dinidir.
Tekçiliğin ve tek adamcılığın, insan onuruyla ve özgürlüklerle bağdaşmayan her türlü yönetim anlayışının, gelişmemiş ülkelerde olması hiç tesadüf olmasa gerek.
21. yy; kişi kültlerini, karizmatik liderleri, tek kişi iradesini geride bıraktı.
15 Temmuz’da kişiye bağlılığın doğurduğu sonuçları gördük.
Kaldı ki bir insana sonsuz güven duymak, sonsuz hareket kabiliyeti sağlamak Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkelere de aykırıdır. Kur’an, bir bilenin üstünde daha iyi başka bilenlerin olduğunu söyler.
Batı, acı tecrübeler sonrası adaleti ve toplumsal güveni tesis eden güçler ayrılığını ve kişinin haklarının korunması noktasında “fren ve denge” sistemini yerleştirmiştir.
Yıllarca tek parti dönemini eleştirip, daha da geriye giderek saltanat siyasetine dönmek akıl kârı değildir.
Son söz yine Kur’an’ın olsun:
“Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üstüne bırakır.”