“Hindistan’da Mumbai yakınlarında Fil Adası dedikleri bir ada var. Bu adada eski bir uygarlığın kaya heykelleri satılıyor. Evlerdeki musluklardan suyun akmadığı bu yerde yoksul insanlar oturuyor. Sayıları da oldukça az.
Mumbai Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferanstan sonra bu adaya gittik. Vapurun bıraktığı yerde, kıyıda, turistik eşyanın satıldığı birkaç kulübe vardı. Taşa oyulmuş, çeşitli boylardaki filler, bu turistik eşya arasındaydı.
Bir satıcıya yaklaşıp, daha önceki Hindistan yolculuklarında aldığım fillere baktım; heykellerin bulunduğu yere yürüyerek çıkmamız gerektiği için, satıcıya dönüşte alacağımı söyledim.
Dönüşte aynı satıcıya uğradık; filleri satın alıp giderken, satıcı arkamdan koştu ve küçük bir fili bana uzatarak ‘Bu benim size hediyem, sözünüzde durdunuz’ dedi.”
Maltepe Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi anlattı yaşadığı bu öyküyü... Fil Adası’ndaki turistik eşya satan insanın yaptığı bu davranış için, “etikteki bir-iki savımın ampirik bir doğrulaması” diyor ve bunu şöyle temellendiriyor Kuçuradi:
“Kültürel değer yargıları -yani grupların, “şunu yapmak iyidir, şunu yapmak kötüdür” dedikleri- ile etik değerler -örneğin, dürüstlük, saygı, güven vd.- arasındaki farkı gördüğümüz takdirde, değerin ve değerlerin göreceliği-mutlaklığı tartışması son bulur. Göreli olan, kültürel değer yargılarıdır, “değerler” ise göreceli ya da mutlak olacak bir şeyler değil.”

NASIL DAVRANILMASINI İSTİYORSUN

Eskilerin fürüat dedikleri; esastan olmayan, farklı yorumları içeren konuları “esas” gibi mütaala etme yanlışlığı, birlikte yaşama anlayışını yerle bir ediyor. Siyasilerin, kalem erbabının veya toplumda etkili olanların; bir meseleyi ele alırken, konuya yerel ölçekte veya sadece kendi inançları zaviyelerinden bakmaları temel sorunumuzdur. Herkesi aynileştirme, tek tipleştirme ve dahi İslamlaştırma gibi bir görevi ne İslam dini verir insana, ne de bu durum modern hukuka uygundur. Bir tarafta “leküm diniküm veliyedin” diyeceksiniz veya “la ikrahe fiddin” ayetini okuyacaksınız; diğer tarafta isteyen istemeyen herkesin çocuğunu kendiniz gibi inanması ve yaşaması için politikalar üreteceksiniz.
Başörtüsü özgürlüğünü savunanların, şortlu kadına geldiğinde “kılık kıyafet özgürlüğünü” unutması; ibadet özgürlüğünü savunanların cemevi meselesine gelindiğinde teolojik tartışma açması; inanç özgürlüğünü savunanların, zorunlu din derslerini ve hatta bazı cemaatlerin MEB ile ortak faaliyetleri savunuyor olması; demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını, hukuk devletini içselleştiremeyişlerinin tipik göstergeleridir.
Gün geçtikçe alan daraltılıyor. Öyle ki, farklı olanların farklılıklarına “hoşgörü göstermeyiz ancak tahammül ederiz” demek ve onlardan “bir tebessümü dahi esirgemek gerekir” ifadelerini kullanan günümüz ulemasının; kendilerinden gördüklerine bile şu günlerde nasıl saldırdıklarına tanık oluyoruz. Demek ki siyasal İslamcı zihniyetin nerede duracağını kestirmek kolay değil.

ARTIK BİLİNMELİ Kİ

Tam da bu noktada şu hususun altını çizmek durumundayım; dinsel düşünme biçimi başka bir şey, dindar olmak başka bir şey...
Dinsel düşünce biçimi, modernite öncesi düşünme biçimidir. Bu dönemde meşruiyetini milletten değil, uydurma kutsallıktan alan otorite, istibdadına araç olarak dinleri kullanmıştır. Okuma yazma oranının on binlerde bir olduğu, bırakın bilimsel kitapları, kutsal kitaplara dahi ulaşımın kolay olmadığı, olsa dahi okuyacak insanın bulunmadığı dönemlerden bahsediyoruz. Bu dönemlerde otoritenin kendi hukukunu benimsetmesinin ve uygulatmasının en maliyetsiz yolu, tabana dinsel anlayışla korku vermekti. Bu durum tüm toplumlar için geçerliydi. Ta ki insanlık bilgiyi bir takım kuklalardan değil, bizzat kaynağından alana kadar... Teknik, teknolojik, fikirsel gelişmelerin birikimi sonucunda insanlık bambaşka bir çağa geçti.
Esasen İslam’ın felsefesiyle de örtüşen; kimsenin kimseden üstün olmadığı, yönetme hakkının Allah tarafından verilmiş imtiyazlı bir hak olmadığı, insanların özgür ve eşit doğdukları, inançları, ırkları ve cinsiyetleri ne olursa olsun kardeşçe yaşamaları gerektiği anlaşılmıştır. Birlikte yaşamak ve huzurun oluşması için bunlar olmazsa olmazlarımızdır. Bunları tartışmaya açmak, yirmi birinci yüzyılda, dünyanın yuvarlaklığını tartışmaya açmakla eşdeğerdir. Biz Müslümanlar için de hayırlı olan, iki yüzyıl önce çözülmüş sorunlarla uğraşmak yerine, İslam’ın ruhu ile çağın ruhunu birlikte okumaya çaba göstermektir.