Her imparatorluk gibi, Osmanlı İmparatorluğu da doğmuş, yükselmiş, duraklama dönemi ve çöküş evrelerini yaşamıştır. Büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ün bilgisi, cesareti, öngörüsü, komutanlığı, liderliği sayesinde, bitmiş-tükenmiş milletimiz küllerinden doğarak yeni devletini kurmuştur. Lakin hâlihazırda yaşadığımız sorunlar, Osmanlı’yı çökerten sorunlardan farklı değil.

Binlerce yıldır gelişerek devam eden ve 18. asırdan itibaren radikal bir değişikliğe uğrayan bir insanlık tarihimiz var. Çağımızın yeni endüstriyel vizyonu olan, diğer adıyla endüstri 4.0 olarak da isimlendirilen devrim gerçekleşirken, Mars’ta yaşam arayışları, yapay zekada gelişmeler yaşanırken, bizim tartıştığımız konulara hele bir bakın. Devlet adamlığından kadın-erkek ilişkilerine kadar verilen örnekler, çoban-sürü hikâyeleri, padişah veya tek adam özentileri, zihin dünyamızın farkında olmadan cazibesine kapıldığımız ama içine düştüğümüz tuzaklar. Devletimizi ayakta tutan kurumlar konusunda asgari müştereklerde ve uluslararası standartlarda buluşamamış olmamız ise izahtan vareste.

Emek yoğun veya sermaye yoğun üretim tercihinden, emeğin ve sermayenin verimliliğini artıracak şekilde yani teknoloji yoğun üretim yapabilmenin önemini kavramış ve bunun uygulamalarını en iyi şekilde başarmış bir dünyanın içinde bizler de yaşıyoruz. Yüz- ölçümü yaklaşık bizim Konya kadar ve topraklarının yüzde yirmisi doldurularak, bataklık olan yerler ise kurutularak oluşturulmuş tarım alanlarında faaliyet gösteren Hollanda, tarım ihracatında dünya ikincisi. Bu küçük dev; bitki esaslı ve hayvansal ürünleri, sağlıklı, doğaya ve çevreye uygun bir biçimde üretiyor, pazarlıyor; “tarımsal işleme” konusunda ise bilgisini, tecrübesini danışmanlık firmaları aracığıyla dünyaya satıyor. Demem o ki vazgeçtim pek çok şeyden, sadece tarım ve hayvancılıkta, Hollanda veya benzer ülkelerin yapıp-ettikleri ile biz Müslümanların arasındaki fark içler acısı.

PEKİ NEDEN?

Kritik etmeden inançları dayatan ve fakat düşünmeyi ve soru sormayı zül sayan bir anlayıştan kendimizi kurtaramadığımız sürece, içinde bulunduğumuz sorunları aşmak mümkün değil. Eğitim politikalarından dış politikaya, çeşitli açılımlardan tarım ve hayvancılığa kadar; olmadı, tutmadı, yanıldık, haydi sil baştan demek veya başarısızlığı küçümsemek, devlet ciddiyetiyle örtüşmüyor. Her yapılan yanlış, zihnimizi, bedenimizi, istiklalimizi ve istikbalimizi esir alıyor.
Tüm hesaplardan uzak, uluslararası arenada kabul görmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının ciddiyetiyle örtüşür bir eğitim-öğretim politikasına dönüş şarttır. Elbette bu, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki eğitimin içeriğiyle ve yöntemiyle aynı olmayacaktır ama o dönem ortaya konulan ideale ve ciddiyete sahip olmak gerekir.

Peki, nedir bu ideal ve ciddiyet? Bu ülkenin bütün potansiyellerini üretim lehine dönüştürmek, zihinlerde ve ruhlarda bir Rönesans ve bir aydınlanma temin etmektir. Başka türlü milletler ve medeniyetler arası mücadelede yer almak mümkün değildir. Çünkü artı değer üretmeyen hiçbir yatırım ilerlemeye katkıda bulunamaz. Sadece lüks yaşamanın yolunu açar. Bu da hak edilmemiş bir yaşam biçimidir. Bu yaşamanın geri dönüşü de azınlığın zenginliği, çoğunluğun fakirliği ve emperyalistlere olan bağımlılıktır. Ülke bu noktaya geldiği andan itibaren, kendi iç çözülmelerine açık hale gelir. Bir ülkeyi, hangi ideoloji ve politik uygulama bu noktaya getirirse getirsin, sonuç, ülkenin geleceği açısından iyimserliği ortadan kaldırır.

KENDİ MİLLETİYLE KAVGALI İDEOLOJİ

Türkiye’yi bu noktaya getiren, basiretsiz ve temelsiz, refleks biçiminde ortaya çıkmış olan İslamcılıktır. Çünkü Türkiye’deki İslamcılık, Anadolu gerçeğini içine sindiremeyen Türk, Atatürk ve Cumhuriyetle problemli bir öze sahiptir. Bu özün gerçeklik kazanması ve bu özün gerçeklik kazanmasını sağlayan ve onu temsil eden siyasi aktörlerin basiretsizliği, maalesef Türkiye’yi ekonomik, siyasi ve belki de hepsinden önemlisi dini ve milli değerlerin içini boşaltan bir duruma getirmiştir. Bu aktörler bunun farkında olduğu için, gücü temsil edenlerin sınırlarını daraltmak suretiyle, ürettikleri mitoslarla hayatta kalmayı denemeye başlamışlardır. Bugün Türkiye bu denemenin sahnesi durumundadır. Böyle bir deneme, sonuç olarak oligarşi ne ile sonuçlandıysa bizim için de aynı sonucu mukadder kılacaktır. Artık mesele İslamcılık meselesi olmaktan çıkmıştır. Bundan sonra tartışılması gereken İslamcılık değil modern siyaset biliminin uzun zamandan beri tartıştığı Cumhuriyet ve demokrasi meselesidir. Çünkü Cumhuriyet ve demokrasi meselesini tartışan Türkiye, İslamcılığın araya girmesiyle bu tartışmayı rafa kaldırmış; İslamcılığın iflasıyla da bu tartışmaya geri dönmek zorundadır. Ancak ortada büyük bir sorun vardır. Cumhuriyet ve demokrasi adına kat edilen mesafeler, İslamcılıktan fayda görülmediğinin anlaşılması üzerine ortaya çıkan rejim değişikliği tarafından alt üst edilmiş durumdadır. Türkiye yeni politik çıkışlarla bu alt üst edişi onarmak ve T.C. Devleti’ni kendi doğal gelişme seyrine tekrar dönüştürmek zorundadır. Bunun yolunun İslamcılık olmadığı anlaşıldığına göre, geriye modern siyaset biliminin gerekleri ve Anadolu’nun gerçekliği kalmaktadır.

Modern siyaset biliminin gerekleri bellidir. Özgürlük, eşitlik ve adalet temeline dayalı sosyal hukuk devleti olmaktır. Anadolu’nun gerçekleri de bellidir. Anadolu insanına has olan İslami yaşayış ve Türk tarihinden gelen Türk kültürüdür. Çünkü bir devlet, halkının tarihsel mücadelesinden edindiği tecrübeleri fikirlere dönüştürmek suretiyle bir ideali kovalar ve onu temsil eder. Son yüzyıl içerisinde, bu tecrübelerin somut olarak ideale dönüştüğü fikirleri bünyesinde toplayan Atatürk’ün kurduğu cumhuriyettir. Bunu geliştirmenin yolu bilimsel, teknolojik ve felsefi olarak dünyanın ulaştığı seviyenin manasını kavramaktır. Bugün medeniyet dediğimiz şey de budur. Bunun dışında ne İslamcılık, ne Osmanlıcılık, böyle bir manaya sahip değildir.

Ezcümle, Anadolu insanına düşen görev, yukardaki ifadelerde söz konusu ettiğim manaya uygun düşünmek ve davranmaktır.