Hz. Âdem’den, Hz. Muhammed’e, tüm peygamberlerin öğretilerinin merkezinde yer alan tevhit ilkesi, bir ilah/tek tanrı inancını ortaya koyar. Kur’an’ın en önemli suresi olan İhlas, bütünüyle Allah’ın birliği, tek oluşu, “samet” varlık oluşu üzerine kurulmuştur. Tevhit anlayışı üç açıdan önem arz eder.
Birincisi, din anlayışının doğru bir düzlem üzerine oturtulmasını sağlar. Son din olan Müslümanlık, tevhit ve adalet dini olarak bilinen en basit ve en yalın tek Tanrılı dindir. Bakmayın dini karmakarışık hale getirenlere; ondan nemalananlar, onu yalnızca kendilerinin anlayacağını söyleyip, ruhban sınıfı oluşturmuşlardır. Oysa İslam kilise dini değildir. İslam’da ruhban sınıfı yoktur. İslam son derece sade bir dindir. Bunu en güzel şekilde Hz. Peygamber tarif eder: İslam güzel ahlaktır, der. İslam’a göre Allah’ı birleyen kişi (muvahhit) önce bütün ilahları reddeder, ondan sonra “ancak Allah vardır” der.
Muvahhit, sadece Allah’a kulluk eder, yalnızca O’ndan yardım diler.
Tevhit insanı kendi yaratılışındaki biricikliği fark eder. Muhataplığını başkalarına devretmez; Rabbi ile arasına aracılar koymaz. Ne tarih zindanına hapseder kendini, ne toplumun ve sosyal yapının dayatmalarına ram olur. Ne sözde tarikat ve cemaat liderlerinin “benimle Rabbine yürüyebilirsin” teranelerine paye verir; ne de kendini kendi zindanına hapseder. İndirgenmiş, kuru, akıldan yoksun, insanda bir bilinç yaratmayan söylemlere teslim olmaz.
Evrendeki mükemmel işleyiş onu tek, eşsiz, benzersiz Mutlak varlığa yöneltir. Bu psikoloji ve inançla insan, bütün eksik sıfatlardan Rabbini tenzih edecektir ve O’nu “Bir”leyecektir.
Muvahhit “Her gün yeniden doğarız, bizden kim usanası” anlayışıyla Mutlak BİR ’in hazinesinden pay almak ve insanlığa her an katkıda bulunmak için dinamik bir hayat sürer. Güvenir Mutlak BİR’e ve başkalarına da güven verir.

MÜSLÜMAN KİNDAR OLAMAZ

İkinci husus, tevhit, hayata bakış ve hayatla irtibat açısından muhteşem bir diyalektik sunar. Pek çok felsefî ve dinî düşüncede olduğu gibi, düalist yaklaşım İslam’da yoktur. İslam, din dünya ayrımı yapmaz. Ya da dini olan, dünyevi olan gibi tasniflere gitmez. İslam perspektifinde yaşamın bir bütün olarak algılanması söz konusudur. Örneğin akıtılan su veya kullanılan elektrik ya da kırmızı ışıkta beklemek gibi davranışlar aynı zamanda insanın kurallarla olan ilişkisini ve ahlaki tutumunu ortaya koyar. Bu manada tevhit insanı, zamanın ruhunu en iyi anlayan ve bu ruhu en iyi taşıyan demektir. Zamana yemin eden Kur’an, zamanı anlamayan ve ona ihanet edenlerin sonunun hüsran olacağını adeta haykırır. Tevhit insanı yaptığı işi en iyi olarak yapmaya çalışır. Cenneti ahirete bırakmaz, cenneti yeryüzünde kurmaya çalışır. Bundan dolayı ihsan içinde bir hayat sürer; yani, her an Allah’ın huzurunda gibi hareket eder. Her hareketinin güzel olması için çaba sarf eder. Kimseyi kırmaz. İncitmekten kaçındığı gibi, incinmekten de kaçar. Affedicidir. Kin, öfke, nefret gibi duygularla hareket etmez. Bırakın kindarlığı bir kenara; “tebessüm sadakadır” diyerek insanlığı sevgiyle bakmaya çağırır. “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” sözü, tevhidin ilkesidir. Başkalarının acılarıyla ve sıkıntılarıyla hemhal olmayan bir insan, tevhidi anlamamış insandır. Peygamberimiz “İman yetmiş şubedir, en küçüğü yoldan insanlara sıkıntı verecek şeyleri kaldırmaktır” der. Dolayısıyla tevhit insanı, asla zalimin yanında yer almaz. Adildir, adalet ve hakkaniyet içinde bir hayat sürer.

İMAN İLE KÖTÜLÜK YANYANA GELMEZ

Üçüncü önemli nokta ise, varlığa “bir” gözüyle bakabilmektir. “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” diyen Yunus Emre, veciz bir ifadeyle bunu anlatır. “Aynı özden” yaratıldığını bilen insanın, hangi dilden, hangi ırktan/etnisiteden, hangi inançtan/mezhepten olursa olsun, onu ötekileştirmesi mümkün değildir. Farklılıkların Allah’ın varlığına bir delil olduğunun bilincindedir. Farklılıkları reddetmeksizin, onların temelindeki asıl hakikati görerek, bütünleyicilik anlamında “bir”leyicilik, tevhit insanının hayata bakışını oluşturur.
Canlı-cansız yaratılmış tüm varlığın kendisine emanet olarak verildiği düşüncesi ile yaşayan muvahhit, bilerek veya isteyerek kötülük yapamaz. Yapmış olsa bile inancı onu rahat bırakmaz. Yaptığı kötülüğü veya yanlışı telâfi yoluna gider. Tevhitçi anlayış, varlıkta O’nu, O’nu varlıkta görebilmeyi ve sevebilmeyi beraberinde getirir. Bir düşünür şöyle der:
“Bütün hikmetlerin başı Allah sevgisidir. Allah sevgisi ise Hakk’ın, şu âlem içre her biri bir türlü tecellisine mazhar olan mahlûkatı sevmekle mümkün olur.”
Ey hakikat yolcusu; kin ve nefret içinde hayat sürüyor ve insanların acılarıyla, gözyaşlarıyla yoğrulmuyorsan, tevhit anlayışını hele bir gözden geçir…