1982 yapımı ünlü Ridley Scott filmi “Blade Runner” (Türkiye’de ‘Ölüm Takibi’ adıyla oynamış, video piyasasına da ‘Bıçak Sırtı’ adıyla çıkmıştı) insanların köle niyetine kullandıkları yapay insanlardan (replikant) bir grubun isyan etmesine karşılık onları avlamakla görevlendirilen ‘blade runner’lardan biri olan Rick Deckard’ın hikayesini anlatır. Deckard peşine düştüğü replikantları bir dedektif gibi ipuçlarını takip ederek saptarken, üretici Tyrell şirketinin replikant çalışanı Rachael’a aşık olmaktan kendini alamaz. Deckard finalde son isyancı replikant Roy Batty’den de etkilenerek Rachael’ı kaçırıp yeni bir hayat aramak için yola çıkmıştı.

blade_runner_1

“Blade Runner” o eski günlerin sinema ortamında o kadar farklıydı ve sinema seyircisinin algılarını o kadar zorlamıştı ki perdede ilk kez böylesine farklı bir geleceğin içinde bulmuştu herkes kendini. İzlediğimiz salt bir bilim-kurgu macerası değildi. Saksafon sololarının havada uçuştuğu, birilerini ararken gizemli bir kadına aşık olan, türlü ışık ve gölge oyunlarının takip ettiği yalnız bir dedektifin hikayesiydi aynı zamanda. Yepyeni ama bir o kadar da tanıdıktı... Vangelis imzalı müzikleriyle, olağanüstü tasarımlarıyla, şık görüntüleri, tuhaf karakterleri ve akıllı diyaloglarıyla unutulmaz bir sinema deneyimidir hâlâ.
İlk film Deckard’ın da bir replikant olup olmadığı sorusuna net bir cevap vermiyordu (stüdyoyla ters düşen yönetmen kurgusu bu konuda daha nettir oysa). “Blade Runner 2049”un kahramanı K ise, tıpkı Deckard gibi 30 yıl önce arıza çıkaran modellerin peşine düşmüş bir avcıdır. Ancak bu sefer en baştan onun da yeni model bir replikant olduğunu bilmekteyiz. En son avladığı replikantın arazisinde bulduğu içi kemik dolu bir sandık sayesinde yeni bir davayı çözmesi için görevlendirilir. Araştırmaları onu en başta kendi anılarına ve Deckard’a kadar götürecektir...

blade_runner_2

“Sicario” ve “Geliş” (Arrival) gibi son dönemde çektiği filmlerle giderek daha geniş bir hayran kitlesi edinen Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, sinema tarihinin bu en iyi bilim-kurgu filmlerinden birine 35 yıl sonra bir devam filmi çekerken, orijinaline hem görsel hem de içerik anlamında oldukça sadık kalmış. Sürprizlerini bozmamak için hikayeyle ilgili çok fazla ipucu vermeyelim, yönetmen de bunu rica etmiş zaten. Ama senaryoda bir yaratım sıkıntısı olduğunu da belirtmek gerek. Zira günümüzde hem “Blade Runner”ın kendisi hem de hikayenin gidebileceği her türlü istikamet o kadar çok taklit edildi/anlatıldı ve yinelendi ki, 1982 yılındaki gibi bir etki yaratmak artık çok zor. Bu yüzden izlediğimiz hikayede insan olmayı merak eden ve başkaldıran ‘sentetik’ler, herkesin peşine düştüğü bir seçilmiş kişi, kötü kişinin kolayca yapabileceğine rağmen kahramanı bir türlü öldürmeyişi gibi bilim-kurgu klişeleri birbirini takip ediyor. “Battlestar Galactica”dan, “Westworld”e ve “Humans” gibi dizilere, “Terminator”, “Matrix” ve “Ghost in the Shell” gibi filmler ister istemez aklınıza geliyor.

Jared Leto’nun canlandırdığı Tyrell şirketinin yeni sahibi Wallace (eğer yaşasaydı bu rolde David Bowie’nin oynacağıın planlandığı söyleniyor) sırf ‘felsefe olsun’ diye yazılmış gibi duran diyaloglarla konuşmasa daha iyi olacakmış doğrusu. Ama K’ye eşlik eden hologram sevgili Joi’de Ana de Armas ve Wallace’ın sağ kolu Luv’da Sylvia Hoeks, karakterlerini keyifle izleten iki genç kadın oyuncu olarak renk katıyorlar filme. Ryan Gosling, Villeneuve’ün bol duraksamalı sahnelerinin hakkından gelebiliyor. Harrison Ford da bazen yaşlı Deckard, bazen de yaşlı Han Solo ya da yaşlı Indiana gibi görünüyor. Bir oyuncu bu kadar çok ikonik karakter oynamışsa, seyirci onu her gördüğünde zihninde hepsini birden arayabilir elbette!

blade_runner_3

İlk film geleceğin Los Angeles’ında geçiyor olmasına rağmen başta Tokyo şehrinden alınmış esinlenmelerle daha evrensel bir dünyaya işaret ederken, bu filmde biz Elvis Presley, Marilyn Monroe, Frank Sinatra gibi Amerikan değerleriyle dolu bir evrenin içine itiliyoruz adeta. (Belki de ABD’li eleştirmenler biraz da bu yüzden çok çok sevdiler filmi!)
Filmin bütün ses ve set tasarımları, atmosferi ilk filmle bir bütünlük sağlıyor elbette ama hikaye bizi ilk filmdeki kadar sarsacak güce sahip değil maalesef. Sanki ‘hadi devam filmi yapalım’ dendiğinde ilk akla gelen hikaye çekilmiş gibi.
Tabi ki usta işi ellerden çıkmış bir film olduğunu her karesinden belli eden “Blade Runner 2049” 163 dakikalık süresini çok da hissettirmeden başından sonuna ilgiyle izlenen bir bilim-kurgu. Zaten eski filmlerdeki aynı tadı artık hangi yeni filmde alabiliyoruz ki?

3,5 yıldız
Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı
Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Ryan Gosling, Harrison Ford, Ana de Armas
163 dakika

Gönülçelen yazarın hikayesi!

J.D. Salinger’ın bizde “Gönülçelen” adıyla da bilinen ünlü romanı “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar” 16 yaşındaki Holden Caulfield adlı bir ergenin dünyasını alabildiğine gerçekçi ve duygusal tesbitlerle anlatıyordu. Salinger, romanında Holden’ın güçlü sesini okuyucuya o kadar içten ve mesafesiz sunar ki etkilenmemek, hatta kendi ergenliğinizle bağ kurmamak neredeyse mümkün değildir. Yazar özellikle bu romanın gördüğü büyük ilgiden sonra kendisine yapılan yoğun yakınlaşma çabalarından rahatsız olmuş ve kendisini münzevi bir hayata çekmişti. Öyle ki fotoğraflarının bile çekilmesini istemiyordu. Bu kararında elbette insanlardan gördüğü irili ufaklı güvensizlikler de etkili olmuştur.

Elbette sinemacılar bu dünya çapında milyonlarca satan eserini filmleştirmek için yazarın peşinden koştular yıllarca. Ancak Salinger hiçbir şekilde bunun iznini vermedi. Sonunda birileri ‘bari yazarın bu romanı nasıl yazdığını anlatan bir film çekelim’ demiş olmalı ki karşımıza “Çavdar Tarlasındaki Asi” adlı bu biyografik film çıkageldi.

cavdar_1

Filmde kendisini öykü yazmaya vermiş üniversiteli genç Salinger’la tanışıyoruz. Genç yazar ünlü oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızı Oona’ya ilgi duymaktadır. Bir yandan da üniversitede derslerine girdiği yaratıcı yazarlık hocası ve Story dergisi editörü Whit Burnett ile yazarlığını geliştirmeye çabalamaktadır. Babası anlatacak değerde bir şeyleri olmadığını söylemekteyken en büyük desteğini hocasından ve annesinden alır. Araya 2. Dünya Savaşı ve etrafının yaşattığı birtakım hayal kırıklıkları girer. Böylece yazar o müthiş romanı yazmaya karar verir.
Kuşkusuz bir yazarı bu denli güçlü bir roman yazmaya iten motivasyonları ve deneyimleri konu almak, bundan bir film yaratmak kolay iş değil. Elbette Salinger, edebiyatın en sevilen roman kahramanlarından biri olan Holden Caulfield’ı en çok da kendisinden yola çıkarak yaratmıştır. Ancak film, bu kitabı henüz okumayanlar için bunu yeterince belirginleştiremiyor. Elbette bunu verebilmek de hayli güç. Milyonlarca okuyucuya rağmen kitabın ruhuyla filmde anlatılmak isteneni bir araya getirebilmek kolay değil. Nitekim film de en çok bu handikapa takılıyor. Film yazma sanatı hakkında kimi ilgi çekici sözler sarfediyor, özellikle de Kevin Spacey’nin gayet keyifli bir performans sunduğu Burnett karakteriyle. Ama biz filmin en güçlü durması gereken yerinde, yani Salinger’ın kendisini bu kadar toplumdan uzakta yaşamaya zorlayacak raddeye gelişine ikna olmakta zorlanmaktayız. Bu kadar yoğun duygularla yazıldığını belli eden bir kitabın bu kadar kuru bir yazar biyografisinden çıkmış olacağını pek düşünmek istemiyor doğrusu insan.

2,5 yıldız
Çavdar Tarlasındaki Asi
Rebel in the Rye
Yönetmen: Danny Strong
Oyuncular: Nicholas Hoult, Sarah Paulson, Kevin Spacey
106 dakika