ANALİZ

Referandum gecesi için CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “O gece sokağa çıkmadık çünkü AKP’li silahlı milisler vardı, kan dökülmesin istedik” sözleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Ne gariptir ki bu sözlerden bu yana ne bir suç duyurusu yapıldı ne de CHP sözcüleri konuyu bir daha dile getirdi.
İktidarın hukuk tanımaz biçimde bütün gücünü kullanarak “Atı alan Üsküdar’ı geçti” mantığı ile freni patlamış kamyon gibi ortalığı tozu dumana katmasına elbette ciddi bir tepki gösterilmelidir.
Konuştuğum birçok kişi “Bu işi halk halledecek sonunda” diyor. Burada kastedilen “sokağın harekete geçirilmesi” anlaşılan. Sokaktaki CHP’liler daha sert tepki gösterilmesinden yana.
Ancak öte tarafta ise her türlü demokratik hak arama eylemine devlet gücü kullanarak engel olan bir iktidar var. Bunun da ötesinde oluşturulan silahlı milislerle bir tür terör estirildiği de kesin.
Bu durumda “sokağa dökülmenin” dışında da etkili eylemler düşünülmesi gerekir.
Bana göre CHP ve “hayır” diyen herkesin, 2019’a kadar bu ucube anayasayı geri çevirecek yöntemler için kafa patlatması en doğru hareket olacaktır.
Yoksa aday aramaya ve seçim kazanarak sistemi düzeltmeye çalışma çabaları bir ütopyadan ileri gitmeyecektir.
Sokağa dökülmek bir alternatifse ve bazı sakıncaları varsa örneğin “sokaktan çekilmek” de düşünülebilir.
Toplum “süreli” bir “pasif direniş” örgütlenebilirse buna uyar gibi geliyor bana.
Nedir pasif direniş?
Belli bir süre zorunlu iş ve hizmetler dışındaki tüm faaliyetleri durdurmak. Örneğin 15 günlük bir süre de şunlar yapılabilir.
Yandaş olmayan ama boyun eğen gazeteleri almamak.
Kendine merkez medya diyen ama AKP’nin dümen suyunda giden televizyonları izlememek.
Sinemaya gitmemek.
Zorunlu ihtiyaç maddeleri dışında hiçbir şey almamak.
Alışveriş merkezlerine ister bir şey satın almak ister eğlenmek için gitmemek.
Zorunlu olanlar hariç telefonlarla konuşmamak.
Eğlence ya da keyif amaçlı geziler yapmamak, lokantalara, cafelere, barlara gitmemek.
Mümkün olduğunca özel araç kullanmamak, benzin almamak, toplu taşıma araçlarını kullanmak.
Ev, arsa almamak.
Her türlü dayanıklı eşya almayı durdurmak.
Bu tür “pasif direniş” veya “boykot” çağrıları çok oldu. Ama burada önemli olan bir süre koymaktır. O süre konmayınca kimin ne yaptığı belli olmuyor.
Ama bir süre konur ve buna geniş çaplı bir katılım sağlanırsa ortaya çıkacak manzarayı herkes görecektir.
Bu büyük toplumsal pasif direnişi bir siyasi parti veya güçlü bir sivil toplum kuruluşu organize edebilir.
Hayır diyenlerin yaşadığı bölgeler Türkiye’nin gayrısafi milli hâsılasının yüzde 66’sını oluşturuyor.
Eğer bu tür bir pasif direniş olursa oy sayısındaki nitelik ve nicelik farkı da ortaya çıkacaktır. Gerçekten üreten, düşünen, yaratan, bilimle, sanatla, kültürle iç içe olan, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarının kutsallığına inananlar güçlerini göstermelidir.

BUNU YAZMAK GEREK

Grev olmayınca sorun da yaşamıyoruz


Geçen hafta Halk TV’deki Yazıişleri programında eski İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlarından Nurettin Sözen’i konuk etmiştim.
AKP iktidarı CHP’yi herhangi bir konuda suçlamak istediğinde genellikle Sözen dönemi İstanbul’undan örnekler verir.
Susuzluk, çöp dağları, trafik konularında sözü hep Sözen dönemine getirerek “Unutmadık o günleri, bir daha mı yaşamak istiyorsunuz” derler.
O programda Nurettin Sözen CHP’yi yıpratmak için kendisi üzerinden sürdürülen kampanyaların hepsine teker teker cevap verdi.
Sözen doğalgaz, metro, İSKİ boruları, Trakya ve Karadeniz’den su getirme projelerini anlattı ve AKP’nin bunların üzerine oturduğunu söyledi.
Çöp dağları konusunda da çok dertliydi Sözen. Çünkü o yılları hiç yaşamamış olan milyonlarca kişinin çöplerin özellikle toplanmadığını ya da beceriksizlik nedeniyle çöp dağları oluştuğunu sandığını ve bu yüzden de CHP’ye düşman olduğunu belirtti.
Oysa o çöp dağlarının varlığı işçilerin haklarını alabilmek için grev yapmalarından kaynaklanmıştı. Sözen de hukuka bağlı bir kent yöneticisi olarak grev kırıcılık yapamadığını anlattı.
Sanıyorum İstanbul’daki temizlik işçileri grevi hatırladığım son büyük grevdir. O tarihten sonra işbaşına gelen sağ parti iktidarları hiçbir greve izin vermediler ki zaten grev yapabilecek kadar örgütlenmiş işçi de kalmamıştı.
Özellikle AKP iktidarı hiçbir greve izin vermedi. Hepsini “Kamu düzenini koruma” gerekçesiyle yasakladı. İşte son örnek Şişe Cam’ın 4 fabrikasında yaşananlar. Toplu sözleşme görüşmeleri çıkmaza girince işçiler grev kararı aldılar ancak hükümet “kamu düzeninin bozulmaması” için grevi yasakladı.
Grev olmayınca sorun da olmuyor, kimse sorunu görmeyince her şeyi güllük gülistanlık sanıyor.
Türkiye’nin geldiği nokta budur.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

“Boykot etkili olmuyor” diyenlere


Elbette 80 milyonun yaşadığı bir ülkede kitlesel pasif eylem yapmak, boykota gitmek zordur. Tabii burada önemli olan noktalardan biri de yapılacak pasif eylemin süresinin konulmasıdır.
Ucu açık olunca ne aktif ne pasif eylemler istenen etkiyi vermiyor.
2013’teki Gezi direnişi sırasında da benzer bir öneri getirmiş ve “bir süre koyalım, sonra meydanı terk edelim, ama her şey aynı şekilde giderse yeniden gelelim” demiştim. Eğer bu başarılsaydı iktidar aynı hoyratlığı gösteremezdi. Toplumun örgütlü tepkisini görür ve geri adım atardı.
Ayrıca toplumsal tepkiler her engele rağmen yine de etkisini gösterebiliyor bunu da unutmamak gerek.
Bunun çarpıcı örneklerinden biri Pınar ürünlerine uygulanan boykottur. Referandumda evet kampanyasına katılan ve Karşıyaka Spor Kulübü’ne desteği kesen Pınar’a karşı halkın kendiliğinden başlattığı boykot etkili olmuş ve bu marka bir ayda yüzde 35 ciro kaybına uğramıştı.
Tabii bu boykota bir süre konmuş olsa etkisinin iki kata çıkabileceğini sanıyorum. Bir son gün konmayınca geçen süre içinde insanların ilgisi de azalıyor.

YENİ ÖĞRENDİM

Mavi Marmara mağdurları İsrail’in verdiği 20 milyon doları hâlâ alamamış


Halk TV’deki Yazıişleri programına davet ettiğim kişilerden ben de birçok şeyi “yeni” öğreniyorum. Programa katılan CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin “Bunlar daha Mavi Marmara mağdurlarının parasını bile ödemedi” dediğinde çok şaşırmış hatta inanamamıştım.
Çünkü AKP hükümeti İsrail’le bir sözleşme imzalamış, İsrail bu sözleşme gereği 20 milyon doları Mavi Marmara’da ölenlerin yakınları arasında paylaştırılmak üzere göndermiş, yandaş medyada bazı mağdurların bu paraya dokunmayacağı, hayır işlerinde kullanacağı haberleri bile çıkmıştı.
Biz böyle olduğunu zannederken meğer o paralar hiç ödenmemiş bile.
Durumu öğrenince Mavi Marmara mağduru ailelerden birinin avukatlığını yapan Erdal Yıldırım’ı arayarak programa davet ettim.
Kırmadı geldi ve gerçeği anlattı.
Yıldırım imzalanan sözleşmenin dilinin çok kötü olduğunu belirterek “Hükümet parayı aldı. Ama sıra dağıtımına gelince durdu” dedi.
Nedenini sorduğumda ise ilginç bir bilgi verdi. Hükümet İsrail’e açılan davaları düşürme sözü vermiş. İsrailli yetkililere karşı açılan davalar düşürülmüş ancak mağdur aileler çok sayıda tazminat davası açmışlar. Bu davalarda hükme bağlanan tazminat miktarları 200 bin lirayı geçmiyormuş. Bir kısmı da devam ediyormuş. Hal böyle olunca hukuken çözüm bulmak zorlaşmış. Para da İsrail’den geldiği halde mağdur ailelerine verilmiyormuş.
Hükümet iki konuda sıkışıyormuş. Bir taraftan mağdur ailelerini savunan kimi vakıf ve dernekler “İsrail’e para karşılığı sattınız bizi” diye eleştiri getirirken diğer yandan da bazı mağdurlar davaları geri çekmiyormuş.
Sonuçta mağdur aileleri kendilerine gönderilen paraları alamıyorlar. İktidarın durup dururken “Mavi Marmara manyakları” tartışması açması bana bu açıdan da manidar görünüyor.