Dedem Ahmet Besim 1894’de Tıbbiye’den “cerrah ve tabip” olarak mezun olmuş. Kamu hizmetine girmiş. Konya, Halep, Diyarbakır ve Eskişehir’de “Sıhhiye Müfettişi” (bugünkü karşılığı İl Sağlık Müdürü olsa gerek) olarak çalışmış. 1922’de Eskişehir’deyken, geçici görevle tifüs salgını çıkan Antalya’ya yollanmış. Bastırmaya gittiği tifüse kendisi yakalanıp orada ölmüş. Nenemi, babam yanına almış. Ölünceye kadar bizimle birlikte yaşadı. Vefatında ben ODTÜ’deydim, iktisat dersi görmeye başlamıştım. Kocasıyla geçirdiği zamanı anlatırken “o zamanlar her şeyin iyisi vardı” derdi. 1895-1922 nenenim dedemle evli kalıp üç çocuk büyüttüğü yıllardır.

TÜRKİYE’NİN EN KÖTÜ DÖNEMİ

Bugün bana “Türkiye’nin en kötü dönemi hangisidir?” diye soranlara “1880-1922” arasıdır diye cevap veriyorum. Osmanlının sapır, sapır döküldüğü dönemden bahsediyoruz. Rus işgali, Balkan bozgunu, Birinci Cihan Harbi, Yunan işgali ve İstiklâl Savaşı hep bu devreye rastlar. Ben, nasıl oluyor da ülke ekonomisinin çöktüğü bu seneleri, nenem güzel yıllar diye hatırlıyor; burada bir çelişki var diye çok düşünmüşümdür. Aklıma gelen ilk cevap “dedemin yüksek maaş aldığı ve nenemin hiç sıkıntı çekmediği” olmuştur. Yani varlıklı nenem yoksulun halinden anlamamıştır. Hani Fransız Kraliçesi Marie Antoinette’nın “halk yiyecek ekmek bulamıyor” diyenlere “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diye çare göstermesi gibi bir şey. Ama anladım ki; olay sadece bundan ibaret değildir.

İKİ TÜRKİYE

O yıllarda iki Osmanlı (Türkiye) vardı. İstanbul, İzmir, Selanik, Halep, Şam, Beyrut gibi kozmopolit şehirlerde ve önemli sayıda Ermeni, Rum ve Musevi’nin yaşadığı daha küçük beldelerde Avrupai bir burjuva hayatı yaşanıyordu. Osmanlı Devleti sürekli borçlanıyordu ama piyasa canlıydı. Avrupa’dan ithal edilen mallar mağazaları dolduruyordu. Bu dönemin en büyük özelliği sermayenin “gayri milli“ olmasıydı. Ülkenin her yerinde yabancı firmalar faaliyet halindeydi. Bunların imtiyazlı olanları kamusal hizmet (tren, tramvay, gaz, elektrik) üretiyordu. Pek tabii, ayana mensup olmayan ve avamı teşkil eden küçük memurlar ve özellikle kırsalda yaşayan Türkler bu mutlu tablonun dışındaydı.

TÜRKİYE’DE KAÇ YABANCI ŞİRKET VAR

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci sorulan bir soru üzerine “2017 yılı Mart ayı itibariyle ülkemizde yerli ve yabancı ortaklığı olan 27 bin 743 adet, yabancı sermayeli ise toplam 54 bin 493 adet şirket faaliyet göstermektedir. 1975-2017 döneminde bu firmalar 197.6 milyar dolar doğrudan yatırım yapmışlardır” bilgisini kamuoyuna sunmuş. Açıkça söyleyeyim, bu işlerin içinde geçiniyorum, bu kadar çok yabancı sermayeli şirket olduğunun farkında değildim. Tabloya nenem gibi bakalım: Ekonomide çarklar dönüyor. Piyasada yok, yok. TC de Osmanlı gibi sürekli borçlanıyor. Bazılarımız bunu dert ediyor. Türkiye’nin yurt dışı varlıkları düşüldükten sonra net 400 milyar dolar borcu (yükümlülüğü) var. Yabancılar bu yatırımlarından ortalama yüzde 6 getiri alsalar her yıl 24 milyar dolar yurt dışına “kâr+faiz” transferi gerçekleşiyor demektir. Var ki veriyoruz.
Son söz: Sorunu sorun kabul etmezsen,
sorun yoktur.