Sevgili okurlarım, bugün 7 Şubat 2017. Gazeteciliğe bundan tam 40 yıl önce bugün, 7 Şubat 1977 günü Milliyet gazetesinde ekonomi muhabiri olarak adım atmıştım.
Ben de artık 40 yıllık gazeteciyim!
Yıllar ne çabuk geçti.
Benim için manevi açıdan çok önemli olan bu günde, size gazetecilik yıllarımın hesabını kısaca vermek istiyorum. Sanırım bir yazıya sığmayacak, o nedenle yarın da aynı konuyu sürdüreceğim.
Gazeteci olmayı ömrüm boyunca hiç düşünmemiştim. Kamu çalışanı idim. Çeşitli gazetelerde isimsiz, isimli veya takma isimli yazılarım ve yazı dizilerim çıkardı ama bu mesleğe girmek hiçbir zaman aklımın ucundan geçmemişti.
Gazetecileri hep “Ulaşılması zor, dört dörtlük, her şeyi bilen” insanlar olarak görürdüm! Gerçekleri işe başlayınca yavaş yavaş öğrenme fırsatı buldum!

*  *  *

ODTÜ İdari İlimler Fakültesi mezunu idim ve gazeteci olana kadar iki ayrı kamu kuruluşundan kovulmuştum. İlki 1969 yılında, Devlet Planlama Teşkilatı’ndan, Müsteşar Turgut Özal tarafından.
İkincisi 1976 yılında PETKİM’den, sağcı Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde sendika kavgası nedeniyle… DİSK üyesi idim, Türk-İş’e geçme baskılarına direndim ve kovuldum.
Sonraki yıllarda bir kovulma daha yaşadım. 2007 yılında AKP hükümetinin baskısıyla Hürriyet gazetesinden!
Bu üç olay da, boynumda asılı olan şeref madalyalarıdır.

*  *  *

1970’li yıllarda Milliyet, rahmetli Abdi İpekçi’nin yönetiminde ve Türkiye’nin en saygın birkaç gazetesinden biriydi. Bu gazetenin her yıl, kurucusu Ali Naci Karacan adına düzenlediği Karacan Yazı Yarışması vardı:
Gazeteci olanlar katılamazdı. Gazete her yıl belli bir araştırma konusu verir, katılanlar bu konuyu işler, değerlendirmeyi jüri yapardı. Buraya iki kez katıldım, yüzlerce eser arasında ikisinde de birincilik kazandım… Ve İstanbul’a gidip iki ayrı zamanda Abdi İpekçi’nin elinden ödül aldım. Ülkenin en önemli gazetecisi ile böylece tanışmış oldum.
PETKİM’den de kovulunca çaresiz kalmıştım. Devlete beni bir daha almazlardı. Ticaret kafasından yoksundum ve tek çare gazetecilik olacaktı. Gazetenin Ankara temsilcisi rahmetli Orhan Tokatlı’ya gittim. O aracılık yaptı, Abdi Bey beni ekonomi muhabiri olarak başlattı. Oysa ben siyasi muhabirlik istiyordum ama o koşullarda pazarlık gücüm yoktu. Abdi Bey’in sözünü hiç unutamam. “Ekonomi çok güncel olacak, siz ekonomiye bakın” demişti.
Böylece 35 yaşımda, en alt kademeden başladım. Torpilim, adamım yoktu, hiçbir zaman da olmadı.

*  *  *

Gazetecilikte ilk günüm olan 7 Şubat 1977’yi hiç unutmam. Adeta bacaklarım titriyordu. Bu benim son şansımdı. Ya bu meslekte başarılı olacak, ya da yok olup gidecektim.
O sabah gazeteye geldim, ne yapacağımı bilmiyorum. Haber yazmayı bilmediğim gibi, daktilom bile yok. Öylece boş oturuyorum. Öğlen oldu, istihbarat şefi rahmetli Orhan Duru koridorda bağırıyor:
“Ulan bu ne rezalet. Çabuk bulun bu herifleri, gelsinler. Öğlen olmuş, haberim olmadan kaçıp yemeğe gidiyorlar. İşe gönderecek foto muhabiri yok. Ayıptır be!..”
Meğer iki foto muhabiri dışarı tüymüş!
Geldik öğleden sonraya. Yine boş oturuyorum. Bu kez koridordan sesler yükseldi:
“Allah senin belanı versin...…Vur, kır...…Yapma, tutmayın beni!..”
Koridor inliyor. Odadan dışarı çıktığımda gördüğüm manzara, o sabah tanışmış olduğum spor servisi şefi rahmetli Devrim Sağıroğlu, tanımadığım biriyle kavga ediyor, kapılara tekme yumruk atıyor. Dayak yiyenin gazetenin matbaa müdürü Mahmut olduğunu sonra öğrendim.
Bu iki olaya daha ilk gün tanık olunca rahatladım:
“Ohhh, gözümde büyüttüğüm bu gazeteci milleti de bizim gibi sıradan insanlarmış!”
Mesleğin içinde yaşadıkça daha neler görecektim!

*  *  *

Şansım gazetecilik açısından yaver gitti! Bir süre sonra ekonomi tıkandı, Türkiye döviz darboğazına girdi. Artık her olay benim için haberdi. Ankara’daki bütün çevremi, arkadaşlarımı seferber ettim, önüme yağan ekonomi haberlerini yazmaya başladım. Gece gündüz çalışıyordum. Böylece Emin Çölaşan ismi basın piyasasında tanınmaya başlandı. Ancak, sadece ekonomiyle yetinmiyordum. Bazen siyasi konulara giriyor, bazen de gazetenin o dönemde yayınlanan mizah ekine yazılar gönderiyordum.
İlk engelleme ve boğma girişimleri o zaman başladı. Ekonomi haberi dışında bir şey yazmamı istemiyorlardı. Kafa tuttum, alttan almadım, yazmayı sürdürdüm.

*  *  *

Yıl 1979. Abdi Bey öldürüldü. Sonrasında gazeteyi işadamı Aydın Doğan satın aldı. Gazetenin başına da bir süre sonra, gazeteci olmayan Tarhan Erdem’i getirdi.
İşte o zaman, Tarhan Erdem döneminde tamamen devre dışı kaldım. Artık hiçbir haberim gazeteye girmiyordu. O kadar ki, günün birinde beni istifaya zorlamak için elime “İstanbul’a atandınız” diye bir tebligat tutuşturdular! Böyle bir atama olayı Türk basınında ilk kez oluyordu. Yine direndim, İstanbul’a gitmedim. Milliyet’te yaşadıklarımı, belgeleriyle birlikte Önce İnsanım Sonra Gazeteci isimli kitabımda anlatmıştım.
Sıradan bir muhabirdim, o direnme gücünü nasıl bulduğuma bugün bile hayret ederim.

*  *  *

Gün geldi, patron Aydın Doğan, gazeteyi batırmak üzere olan Tarhan Erdem’e yol verdi ve Milliyet’in başına (sonra o da öldürüldü) rahmetli Çetin Emeç’i getirdi. Hiç tanımadığım Çetin Bey birkaç gün sonra beni arayıp bir isteğini söyledi:
“Siz bundan sonra her Pazar günü için ilginç bir söyleşi yapın. Söyleşi uzun ve tam sayfa olacak. Size güveniyorum…”
Bana yeni bir görev verilmişti, acaba başarır mıydım! İlk söyleşiyi işadamı Halit Narin’le, ikincisini o dönemde yasaklı olan Süleyman Demirel’le yaptım. Hiç kimsenin soramadığı soruları karşıma oturan herkese soruyordum.
Tam sayfalık söyleşi olayını da böylece tutturmuş oldum. İsmim yine yükseliyordu.

*  *  *

Günün birinde hiç ummadığım bir olay oldu. Hürriyet gazetesinin sahibi, o günlerin basın imparatoru olan Erol Simavi beni İzmir’e davet etti. Evinde kendisiyle ilk kez tanıştım. Biraz sohbet sonrasında bir teklifte bulundu:
“Benim okuduğum üç gazeteci vardır, biri sizsiniz...… Şimdi siz Hürriyet’e gelin, söyleşileri bizde sürdürün…”
Yıl 1985. Transfer parası ve bir yerli araba aldım, maaşım arttı ve haftalık uzun söyleşileri o zaman basının gerçek amiral gemisi olan Hürriyet’te sürdürmeye başladım.
Benden hemen sonra Çetin Emeç bu kez Hürriyet’in başına geldi.
O güne kadar birkaç kitabım çıkmıştı ve her kitabım piyasalarda satış rekorları kırıyordu. 1989’da Turgut Nereden Koşuyor’u yazdığımda anormal olaylar oldu ve kitap inanılmaz bir biçimde patlayıp karaborsaya düştü...… Ve Tekin yayınevinden tam 280 bin kitabın parası bana ödendi. Sonrasında gazeteye bir öneri götürdüm:
“Yazdıklarımı yüz binlerce insan okuyor. Ben artık köşe yazarı olmak istiyorum.”
Önerim uzun süreçler sonrasında Erol Bey tarafından kabul edildi. O sırada gazetenin başına Rahmi Turan abimiz gelmişti...…İlk köşe yazım aralık 1989’da yayınlandı...… Ve yazılarım Hürriyet’ten kovulduğum Ağustos 2007’ye kadar büyük rağbet görerek, nice ödüller kazanarak devam etti.
O dönemde köşe yazarlığı ciddi işti. Sonraki dönemlerdeki gibi sürüsüne bereket patrondan torpilli, yandaş, liboş, şeriatçı, Fetullahçı, Kürtçü, iş bitirici, iktidar yalakası köşe yazarları henüz piyasaya çok sayıda çıkmamıştı.

*  *  *

Aydın Doğan, 1994 yılında Hürriyet’i de satın aldı ve yeniden patronum oldu! Basında tekelleşme dönemi başlıyordu.
İktidarın baskısıyla 2007 yılında Hürriyet’ten kovulunca, 2009 Ekim ayına kadar boşta kaldım. Tayyip korkusu artık dağları bürümüştü! Sürekli davet aldığım ve Hürriyet’teki eski yazılarımı yayınlamaya başlayan SÖZCÜ dışında hiçbir gazete bana yazdırmak istemiyordu. Ekim 2009’da SÖZCÜ’de başladım. Ancak boşta geçen iki yılımı da iyi değerlendirip Hürriyet’te yaşadıklarımı, medya rezaletlerini anlatan üç ayrı kitap yazdım. Bunlar da toplam 104 baskı yaptı.
Bu 40 yıl içerisinde 20 kitabım yaklaşık 1.5 milyon adet sattı.

*  *  *

Sevgili okurlarım, yazımın başında da söylemiştim. Bugün benim için çok özel, gazetecilikte 40. yılımı doldurduğum mutlu bir gün. Onun için sizlere biraz kendimden söz ettim. “Okuduğumuz bu adam kimdir, neyin nesidir, geçmişi nedir” diye soracak olursanız diye kısaca anlatmaya çalıştım.
Yarınki yazımda ise sizlere bu meslekteki 40 yılımın hesabını dürüstçe vereceğim. Yarın görüşmek üzere.