Bir restorana giriyorsunuz ve garson size sanki siz beklenmedik bir misafirmişsiniz gibi bakıyor. Sipariş veriyorsunuz, asık suratıyla not alıp sizle ilgileneceğine etrafına bakınıyor.
Taksiye biniyorsunuz, adam diğer arabalara söylenip duruyor.
Mağazaya giriyorsunuz, elinize bir tişört alıp bıraktınız. Satış sorumlusu kız hınçla bıraktığınız tişörtü katlayıp yerine koyuyor.
Pazarda, “Ay bu da çok pahalıymış” dediniz. “Daha ucuzunu buluyorsan git başka yerden al” cümlesini duyuyorsunuz. Zaten sadece iki ürünün fiyatını sorma hakkınız var! Üçüncü soruda, eğer o ürünü almayacaksan satıcıdan “Ne bakıyorsun!” bakışı geliyor.
Güler yüzlü bir satıcı gördüğünde insan bir tuhaf oluyor. “Ne iyi bir satıcı” diyerek şaşırıyoruz.
Oysa olması gereken bu!

shutterstock_397276030

*  *  *

Sadece esnafta değil, doktorundan öğretmenine herkeste bir tavır.
Hele doktorlar!
Çok kutsal bir meslek yapıyorlar, sabah-akşam çalışıyorlar ama maalesef hasta psikolojisine göre davranmak ve hep anlayışlı olmak zorundalar. İşlerinin cilvesi bu… O yüzden herkes bu işi yapamaz.
Suratı asık, hastalardan ve işinden nefret eden bir doktor gördüğümde, “Maalesef buna hakkın yok” demek istiyorum. “En zayıf ve çaresiz anımda yanındayım ve sen buna göre davranmak zorundasın. İşinin gereği bu! Bunca sene okurken, bu işe emek verirken bunu da biliyor olman lazım!”
Mutsuzlar ülkesi!
Tamam, yaşanan olumsuzluklar herkesi karamsarlığa itti ama bu mutsuzluğun kaynağı o değil. Bu, işini sevmeyerek yapmaktan kaynaklı bir mutsuzluk.
Aslında o kişi o an orada olmak ve işini yapmak istemiyor. Size de sadece vereceğiniz üç kuruş için katlanıyor ve bunun hıncını da sizden almak istiyor.”

*  *  *

İnsan zorda kalırsa aç kalmamak, ailesine bakmak için geçici olarak her şeyi yapar, her işte çalışır. Ama çocuklarımız kendine meslek seçerken ne kadar doğru karar veriyorlar?
Aslında karar falan verdikleri yok. Ne istediklerini, neye yetenekli olduklarını bile bilemeden giriyorlar üniversite sınavına.
Puanlarının yettiği bir üniversiteye kapak atıp, dört senelerini orada harcayıp, sonra da hayat onları nereye savurursa o yolda ilerliyorlar.
Çoğumuz ne sevdiğimiz işi yapıyoruz ne de yetenekli olduğumuz alanda çalışıyoruz.
Oysa ne demişler, “Sevdiğin işi yaparsan, o iş sana ağır gelmez. Ömrün boyunca çalışmazsın”.

*  *  *

Geçenlerde bir arkadaşım, tanıdığı bir doktorun hikayesini anlattı. Çok hoşuma gitti. İsmini vermeyeceğim doktor bey öyküsünü kendi anlatmış.
“Eskiden Kayserililer işe yaramaz, bir şey olamayacak çocuklarını okuturlarmış.
Ali Bey de küçüklüğünde kardeşleriyle birlikte yazları babasının yanında çalışırmış.
Getir-götür gibi ne iş verirlerse yaparlarmış.
Bir gün babası gelmiş ve 'Ali benim odama git, seninle konuşacağım' demiş.
Ali korkmuş. Odaya gitmiş.
Babası, 'Oğlum, seni çok denedim, çok sınadım. Senden bir şey olmaz! Ablan, abilerin tamam ama senin tek bir şansın var. Oku' demiş.
Ali’yi tanıdığımda profesördü ve bana 'Ömer’cim, o kadar korkmuşum ki hâlâ okuyorum' demişti.”

*  *  *

Aslında hepimizin diğerlerine göre daha başarılı olacağı, bize kendimizi daha iyi hissettirecek, yaparken zevk alacağımız işler var.
“Bizden geçti” diyorsanız bari çocuklarınızın geleceğini planlarken onları kazandığı üniversite ya da bölüme göre değil; yeteneklerine, hayallerine göre yönlendirin ki evlatlarınız da mutsuz bir topluluğun üyesi olmasın.

shutterstock_557085679

“Bir sene kaybetmesin” diye çocukları bütün ömrünü sevmeden yapacakları işlere mahkum etmeyin.
Kendiniz için de durun bir daha düşünün; “Aslında şu anda hangi mesleği yapmak isterdiniz?
Sizi ne mutlu ederdi?”…