“Yabancı illerde, bana değil, en inatçı ve geri kafalı bir muhalife bile Atatürk, Türk olmanın gururunu zorla taşıttı ve onu, gönderdiği gurbette, gurbetten çok fena olan milli miskinlikten kurtardı. Ben o milli gururla yaşadım ve belini doğrultmuş vatanıma o sayede beli bükülmemiş, dinç ve şevkli döndüm.” (R. Halid Karay, 10 Kasım 1940)

Bir 10 Kasım daha yaklaşıyor... Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının üzerinden tam 79 yıl geçti. Atatürk, çok değil, 4 yıl “bağımsızlık savaşı”, 15 yıl “uygarlık savaşı”; sadece 19 yılda emperyalizmi ve geri kalmışlığı yenerek “tam bağımsız” ve “çağdaş” bir Cumhuriyet kurmayı başardı. Atatürk’ün 19 yılda kurduğu bu Cumhuriyet, Atatürk sonrasındaki 65-70 yılda her bakımdan mevzi kaybetti.
Bizler, 65-70 yıldır -üzerine çok az şey koyarak- Atatürk’ün mirasını tüketiyoruz. Dahası, bir taraftan onun mirasını tüketirken, diğer taraftan, vefasız mirasyediler gibi, her fırsatta ona saldıranları görüyoruz.
Ben bu topraklarda Atatürk düşmanlığının koyu bir cehaletten veya derin bir ihanetten beslendiğini düşünüyorum. “Bu topraklarda Atatürk’ü ve eserini gerçekten tanıyan namuslu birinin, eğer ihanet içinde değilse, Atatürk’e düşman olabilmesi olanaksızdır” diyorum.
Nitekim en ateşli muhalifleri bile -eğer yüreklerinde biraz Türkiye sevgisi varsa- eninde sonunda yine ona; onun ölümsüz düşüncelerine sarıldı, sarılıyor, sarılacak...
İşte onlardan biri, Refik Halid Karay...

REFİK HALİD KARAY

Refik Halid Karay, Türk edebiyatının en keskin, en duru, en iyi kalemlerinden biri... 1888, İstanbul Beylerbeyi doğumlu... Meşrutiyetin ilanından sonra “Servet-i Fünun” ve “Tercümanı Hakikat” gazetelerinde çalışıyor. Bir süre “Son Havadis” adlı bir gazete çıkarıyor. I. Dünya Savaşı öncesinde birçok dergide “Kirpi” takma adıyla siyasi hicivler yapıyor. Alaycı eleştirilerinden rahatsız olan İttihat ve Terakki Partisi, Mahmut Şevket Paşa cinayetinden suçlananlar arasında Refik Halid’i 1913’te Sinop’a, 1916’da Çorum’a sürgün ediyor. Sürgün hayatı Ankara ve Bilecik’te devam ediyor. 1918’de Ziya Gökalp aracılığıyla İstanbul’a dönmesine izin veriliyor. İşgal yıllarında Hürriyet ve İtilaf Fırkası hükümetinde iki defa Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü yapıyor. Bu sırada Alemdar, Sabah ve Peyam-ı Sabah gazetelerinde Milli Mücadele karşıtı siyasi yazılar yazıyor. 1922’de “Aydede” adıyla bir mizah dergisi yayımlıyor.

KUZUM MUSTAFA SEN DELİ MİSİN?

Ben metnin aslını görmedim, ancak yaygın bir iddiaya göre Refik Halid, Şubat 1920’de Alemdar’da şöyle yazıyor: “Anadolu’da bir patırtı bir gürültü... Beyannameler, telgraflar, kongreler... Sanki bir şeyler oluyor, bir şeyler olacak! Ayol, şuracıkta her işimiz, her kuvvetimiz meydanda. (...) Hülyanın, blöfün sırası mı? İstedikleri kadar kafama vursunlar: Hangi teşkilat, hangi kuvvet, hangi kahraman? Hülyanın bu derecesine, uydurmasyonun bu şekline ben de dayanamayacağım. Bari kavuklu gibi ben de sorayım: Kuzum Mustafa sen deli misin?”
Atatürk Anadolu’ya geçip de emperyalizme ve yerli işbirlikçilere karşı “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla Milli Mücadele’yi örgütlemeye başladığında pek çok “aydın”, Refik Halid gibi düşünüyordu: Böyle bir mücadelenin “delilik” olduğu yaygın bir görüştü.
Milli Mücadele’yi örgütleyen Atatürk’e, alaycı bir şekilde, “Kuzum Mustafa sen deli misin?” diye seslenen Refik Halid, kendince “akıllılık” (!) edip Milli Mücadele’nin karşısında yer alacaktı.

[caption id="attachment_2078310" align="alignnone" width="880"]02refik17cm Refik Halid Karay[/caption]

TELGRAF İHANETİ

Refik Halid, işgal yıllarında -Nisan-Ekim 1919 ve Nisan-Eylül 1920 arasında- Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü yaptığı sırada, Milli Mücadele’ye büyük zarar verecek bazı faaliyetlerde bulundu.
16 Haziran 1919’da telgraf merkezlerine, Müdafaa-i Hukuk derneklerinin telgraflarının çekilmemesi için emir verdi.
Atatürk, 20 Haziran 1919’da bütün ilgililere şu genelgeyi gönderdi: “Milletin sesini boğarak yasal hakkını istemekten men etmeye ve vatanın mahvına sebep olmaya yönelmiş bu emri hiçbir namuslu telgraf memurunun yerine getireceğini ümit etmem. Fakat böyle bir namussuzluğa cüret edecek olanlar olursa derhal divan-ı harplere gönderilmesini emreylerim.”
Refik Halid, 24 Haziran 1919’da telgraf merkezlerine, bu sefer “Mustafa Kemal Paşa’nın telgraflarının da kabul edilmemesini” emretti.
Refik Halid, 20 Haziran 1919’da İçişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta, Atatürk’ü şöyle şikâyet ediyordu: “Adı geçen paşanın takındığı şu serkeşçe ve cüretli tavrın, memleketi büsbütün yabancı ayakları altında çiğneteceği açıktır. Yarını beklemeden hemen kesin teşebbüslerde bulunmak gerekecek” (Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, 1., s. 332).
Refik Halid, 5 Temmuz 1919’da da Başbakan ve Savaş Bakanı’ndan, posta memurlarını hapse “cüret” eden Mustafa Kemal’in hakkından gelinmesini “vatanın selameti namına” istirham ediyordu. (Sarıhan, age, s. 363).
6 Temmuz 1919’da ise Konya Valisi Cemal Bey’e çektiği bir telgrafta “Mustafa Kemal’in icabına bakıldı. İstanbul’a getirilecek!” diyordu. (Sarıhan, age, s. 366).
Posta ve Telgraf Genel Müdürü Refik Halid’in, Müdafaa-i Hukuk derneklerinin telgraflarını çektirmek istememesi üzerine Atatürk, 18 Ağustos 1919’da halkın postanelere el koymasını istedi.
Refik Halid bir taraftan da yazılarında Atatürk’e ve Milli Mücadele’ye saldırmaya devam ediyordu. Örneğin, 3 Ocak 1920’de Alemdar’daki yazısında “Lenin gitmiş yerine Girinin gelmiş. Bizde de Cemal’in yerine Kemal geldi” diyordu. (Sarıhan, age, s. 304).
2 Şubat 1920’de yine Alemdar’da bu sefer Misak-ı Milli’yle şöyle alay ediyordu: “Yeni bir yavru daha: Milli Misak. Aman Allah’ım ne çirkin, ne gayri milli bir kelime...” (Sarıhan, age, s. 357).

SÜRGÜN YILLARI

Atatürk, “Milli Mücadele’yi nasıl kazandınız?” sorusuna, “telgraf telleriyle” cevabını vermişti. İşte Refik Halid, bu işi çok zorlaştırmıştı.
Bu nedenle Milli Mücadele’den sonra 150'likler listesine dâhil edildi. Ancak bu listenin çıkmasından önce 9 Ekim 1922’de Türkiye’den ayrılarak Suriye’de Cünye kasabasına yerleşti. Orada “Doğru Yol” ve “Vahdet” gibi Türkçe gazetelere makaleler yazdı. Bir süre sonra Atatürk’ün devrimlerini takdir eden yazılar yazmaya başladı. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı için bölgedeki Türk gençlerini teşvik etti. Atatürk 1936’da Refik Halid Karay’ın “Deli” adlı piyesini okudu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ifadesiyle hem Türkiye hakkındaki “içli yazılarını”, hem de “Deli” adlı komedi kitabını çok beğenen Atatürk, Refik Halid Karay’ı affetti. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s. 72, 73). 150’liklerin affı kanunlaşınca Refik Halid Karay da 16 yıllık sürgün hayatının ardından Türkiye’ye döndü (Temmuz 1938).
Atatürk, Refik Halid Karay’ı affetmişti affetmesine ama o bir türlü kendini affedemiyordu. Milli Mücadele’deki ihanete varan tutumu, yazdığı o yazılar... Gerçi 16 yıl sürgünde kalmış, sürgün yıllarında Atatürk Cumhuriyeti’nden övgüyle söz etmişti. Ama yine de vicdanı rahat değildi besbelli...
Oturdu, düşündü ve en iyi yaptığı şeyi yapmaya, yazmaya; 10 Kasım’da Atatürk’ü anlatmaya karar verdi.

[caption id="attachment_2078311" align="alignnone" width="880"]02af15cm 150’likler affedildi. Refik Halid de affedilenlerdendi.[/caption]

Ölümsüz Atatürk


Refİk Halid Karay, neredeyse her 10 Kasım’da, her 29 Ekim’de, her 30 Ağustos’ta Atatürk’ü ve Cumhuriyeti anlatan yazılar yazdı.
Örneğin, 10 Kasım 1941’de Tan gazetesindeki yazısı “Atatürk Ölmedi” başlığını taşıyordu: “Atatürk bugün 61 yaşındadır. (...) Bıraktığı eser, bütün canlılığı, hayat saçıcı tazeliği ile devam eden, devam değil de gittikçe sağlamlaşan, kök salıp temelleşen bir dahi için cisminden ayrılış ölüm sayılamaz. Onu ölü sayarsak, eser bırakmadan silinip giden yahut eseriyle birlikte yıkılıp göçen bir adamınkine ne isim vermemiz lazımdır? Ölmek, yalnız eser bırakmayarak kaybolan sahici fanilerin hissesine düşer; Atatürk için ölüm ancak arzın ölümüyle başlayabilir...”
Bence Refik Halid Karay’ın Cumhuriyet'le ilgili en güzel yazısı, 29 Ekim 1942’de Tan’da yazdığı “İki Manalı Bayram” başlıklı yazısıdır. “Cumhuriyet ne yaptı ki?” diye soran boş kafalılara günde üç öğün bu yazıyı okutmak gerekir.
Bir bölümü şöyle:
“Yirmi yıl önce bu millet birçok şeyler isterdi. Bunlardan bir kısmını gönlünde gizlemeye, bir kısmını da canını tehlikeye sokarak meydana vurmaya çalışırdı. (...)
İsterdik ki Türk hükümeti, devletler manzumesi arasında bir varlık olsun, saygı görsün, dostluğuna güvenilsin, düşmanlığından çekinilsin. (...)
Cumhuriyet bunların hepsini yaptı. Varlık olduk, saygı gördük, dostluğumuza güvenildi, düşmanlığımızdandçekinildi, sözümüz dinlendi, sazımız alkışlandı. (...)”
Bugün Atatürk’e karşı olan bizim malum siyasiler de bir gün Refik Halid misali Atatürk’ün önünde saygıyla eğilirler mi, ne dersiniz? Eğilmeye başladılar bile mi? Yok canım! Onlarınki tamamen duygusal! Malum, seçimler yaklaşıyor.

ÖNERİ: Refik Halid Karay’ın Atatürk ve Cumhuriyet'le ilgili yazıları (1939-1958) İnkılap Kitabevi’nden çıkan “Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün” adlı kitapta toplandı. Ayrıca Refik Halid’in tüm gazete ve dergi yazıları yine İnkılap Kitabevi tarafından 18 kitap olarak yayımlandı. Kütüphanenizde bulunsun derim.

[caption id="attachment_2078312" align="alignnone" width="880"]02yazi15cm Refik Halid Karay’ın 1939-1958 yazıları.[/caption]

Refik Halid'in Atatürk itirafı


Tarih 10 Kasım 1940... Atatürk’ün ikinci ölüm yıldönümü...
Refik Halid Karay, Tan gazetesinde “Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün” başlıklı şöyle bir yazı kaleme aldı:
“Yalnız sayısı bile korkunç olan uzun yıllardan sonra yurda dönüşte ben Yeni Türkiye’yi (...) gelişip palazlanmış bir delikanlı halinde buldum ve bağrıma öyle bastım. (...) İşte bu gidişle dönüş arasındaki mutlu farkı Atatürk’e borçluyum.
Ben ne yazık ki Atatürk’ü görmeyen, tanımayan bir adamım; yani onunla yüz yüze gelmemiş, meclisinde bulunmamış nadir talihsiz yazarlardan biriyim. Hatta (...) ‘Atatürk’ün kudretini görmeyen ve nüfuzunu tanımayan adam da ben idim!’ (...)

* * *

Atatürk’ü yakından görememiş, tanıyamamıştım. Fakat dışarıda yaşamış olanlar, onun nüfuz ve kudretinin nasıl yayıldığını, her gün, her yıl biraz daha yükselip etrafa nasıl uzandığını; manen ülkeler, kıtalar fethettiğini, sağlamlaşıp kesinleştiğini içeridekilerden başka türlü, büsbütün açıkça görebilmişlerdir. Tabiatta öyle kudretler vardır ki, azametini daha geniş seyredebilmek için onlardan uzaklaşmak icap eder. Bazen yakınlık, manzaranın tamamını görmeye uzaklıktan daha fazla engel olmaz mı? Özellikle çok heybetli varlıklar, azametli dağ silsileleri gibi yamacından ziyade ırağından kavranabilir.
Zaten gurbet yolunu tuttuğum ilk gün uğradığım yabancı şehirde, baktım onun nüfuzu çoktan yerleşmiş... İstilaya, haksızlığa, hayal kırıklığına, belki de layık olduğu cezaya uğramış Müslüman halk kendisine (Atatürk’ün) şöhretini mihrap, ismini imam yapmış (...) Nereye uğrasam, sedef işlemeli koltuklara kurulmuş zengin şehirlilerden ücra dağ başı kayalıklarına çömelmiş köylülere kadar onun adı geçince yerlerinden fırlıyorlar, takdirlerini bildirmeden rahat edemiyorlar ve büyük adama muhalif kalmış birine rasgelmekteki hayreti gizlemiyorlar.
Onun ve inkılabının muhalifi olmak gittikçe zorlaşıyordu. (...)
Her yeni sene o şöhreti, muvaffakiyeti, heyecanı büyüttü, genişletti, yükseltti. Önce Müslüman ümmetinin bağrından tahassür ahları koptu, inlediler: ‘Ah keşke bizim de bir Mustafa Kemal’imiz olsa!’ (...)
Gün geldi ki benim de ilk yıllardaki bezgin ve çökkün hüviyetim değişti. (...) Hatta -samimi itiraflardan kaçmak vicdan cezası olur- siyaseten her haktan mahrum edilmiş olduğum halde siyasi bir zorlukla karşılaşınca ‘Atatürk var’ diye teselli buluyordum. ‘Pek haklı olarak kendisine değilse de yazılarına kayıtsız kalmadığı bir Türk yazarını icabında korur!’ Kaç defa içim yana yana dizlerine kapanmak hülyası beni (...) avuttu.
Yabancı illerde, bana değil, en inatçı ve geri kafalı bir muhalife bile Atatürk, Türk olmanın gururunu zorla taşıttı ve onu, gönderdiği gurbette, gurbetten çok fena olan milli miskinlikten kurtardı. Ben o milli gururla yaşadım ve belini doğrultmuş vatanıma o sayede beli bükülmemiş, dinç ve şevkli döndüm.

* * *

Evet, ben bu feyiz ırmağının pınarında değildim. (...) Bu milli şöhretin (Atatürk’ün), beş kıta üstündeki şaşalı seyrini, uzaktan yüreğim çarpa çarpa ne keyifle, ne hayretle seyrediyordum. Bu yalnız bir şahsın şöhreti değildi; bir millet bu şahısta cisimleşmişti ve bu milletin geçmişi de böyle bir cisimleşmeye hak kazandıracak şanlı olaylar, şaşırtıcı silkinmeler, göz kamaştırıcı yayılmalarla dolu idi. Bu parlak manzaranın verdiği gururladır ki, bir gün yüreğimdeki zehirlerin eriyip tükendiğini ve taze, sağlam ve sebatlı bir kimlik kazandığını gördüm. Dünyayı kaplayan milli kalkınma nurunu seyrederken farkında olmayarak benim gönlüm de onun nuruyla doldu. (...)
Var ol Atatürk! Sağ ol Atatürk!
Zira senin varlığın, senin yolundan giden ve gidecek olanlarla yine yerindedir, sağlığın ise sapasağlam, bıraktığın milletimin sağlam bünyesidir.”

[caption id="attachment_2078314" align="alignnone" width="880"]02surgun15cm Refik Halid Karay’ın, ‘Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün’ başlıklı yazısı, Tan, 10 Kasım 1940.[/caption]