Önceki günkü depreme, Alaçatı sokaklarının birinde yurttaşlarla sohbet edip fotoğraf çektirirken yakalandık.
İki yanı taş yapılarla çevrili daracık sokakta kaçacak boş alan olmadığı için, bulunduğumuz yerde depremin bitmesini bekledik!
Önce “hemen geçer” diye düşündüğümüz sarsıntı uzayıp, taş binalardan çatur çutur sesler gelmeye başlayınca, hayatımda çok acı izler bırakan bir başka depremin hiç unutamayacağım çatırtılarını hatırladım.

*  *  *

18 Mart 1953... Çanakkale...
Tarihin akışını değiştiren Deniz Zaferi’nin 38’inci Yıldönümü...
O gün, tek katlı evimizin bahçesindeki erik ağacını çiçeklerle donatan yalancı bahar bitmiş, tek tük atan kar tanecikleri eşliğinde dondurucu bir soğuk gelmişti.
Hava öylesine soğuktu ki, okuduğum 18 Mart İlkokulu’ndaki törenler bittikten sonra tüm öğrenciler, sıcacık evlerimize koşmuştuk.
Gece de erkenden yatmıştık.

*  *  *

Ansızın gelen gürültülerle uyandık. Evimizin çatısı yıkılıyor, çevreden feryatlar, inleme sesleri geliyordu. Allah’tan rahmetli babam ve annem bizden (5 çocuk) önce kalkmışlardı. Hemen yataklarımızdan fırlayıp bahçeye çıktık. Kar şiddetlenmiş, lapa lapa yağmaya başlamıştı. Kar taneciklerinin çiçeklerin üstünde bembeyaz bir örtü oluşturduğu erik ağacımızın altında toplandık. Tir tir titriyorduk. Komiser yardımcısı olan babam, enkaz altında kalmayı göze alarak içeri girdi ve yorgan, battaniye eline ne geçirdiyse, kucaklayıp bahçeye getirdi. Annem durur mu? O da peşinden gitti ve toparlayabildiği kadarıyla giysilerimizi alıp geldi. Biraz kendimize gelince, yanımızdaki üç katlı apartmandan kopan beton parçaları ve tuğlaların bitişiğindeki tek katlı evlerin çatısını yerle bir ettiğini gördük. Feryatlar ve iniltiler o evlerin altından geliyordu.
Babam battaniye ve yorganları üstümüze serdikten sonra “Siz buradan ayrılmayın, hemen geliyorum” deyip gitti!
Yapayalnız ve çaresiz kalmıştık. Üşüyor, ıslanıyor, korkuyor ve çevreden gelen feryat seslerini duydukça ürperiyorduk.

*  *  *

Babam söz verdiğinin aksine, hemen gelmedi! Saatler sonra da... Yokluğuna öylesine alışmıştık ki, sabah olup ortalık aydınlandıktan çok sonra, adeta bir rüya gibi yanımızda belirdi. Uykusuz ve yorgun olduğunu belli etmemeye çalışıyordu:
“Çan-Yenice-Gönen hattında 7.2 büyüklüğünde bir deprem oldu. İlk tespitlere göre 300’e yakın kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce yaralı var, binlerce ev de yıkılmış, ya da ağır hasarlı durumda. Biz depremzedelere yardımcı olabilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Allah zor durumda olan herkese acısın!..”
Sonra tekrar gitti!..

*  *  *

Ertesi gün bahçemize çadır kurduk. Evimizin çatısı onarılıncaya kadar, yaklaşık bir ay süreyle çadırda yaşadık. Soğuk hava ve yağışların etkisiyle benden 3 yaş büyük olan ablam Ayten, mafsal romatizmasına yakalandı. Çanakkale’deki hastane koşullarında yeterince tedavi edilemediğinden hastalık çok geçmeden kalbine sirayet etti.
Babam, ablamı tedavi ettirebilmek için çok uğraştı ama hastalığın başında İstanbul’a tayini çıkmadığından, maalesef onu çok erken yaşta, henüz 23’ünde kaybettik...

*  *  *

Aradan yıllar geçti. Babam sahipsiz bir teşkilat olan Emniyet’in stres dolu ağır çalışma koşulları nedeniyle 2 kez kalp krizi geçirdi. Buna rağmen 33 yıllık başarılarla dolu hizmet öyküsünün ardından İstanbul’da emekli oldu.
O da diğer polis emeklileri gibi çok yaşayamadı. 67 yaşında iken, geride, evlatları için saçlarını süpürge eden bir eş, dört çocuk ve yüzlerce takdirname bırakarak hayata veda etti.
Yüksek dedektif, yasaların ve halkın polisi “Sarı Osman” lakaplı babamın bize bıraktığı en değerli miras, hepimizin layık olmaya çalışacağımız şerefli soyadıydı.

*  *  *

Takdirnamelerinden birini ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam.
Zira “O deprem gecesi, bizim üzerimizi örttükten sonra koşarak Emniyet’e gittiği ve gece boyunca felaketzedelerin kurtulmaları için çırpındığı” yazılmış. Dönemin Çanakkale Valisi Safaeddin Karanakçı da kendi ailesini bırakıp, çaresizlerin imdadına koşarken sergilediği bu insanüstü gayreti, takdirnameye layık görmüş.

*  *  *

Allah kimseyi depremde çaresiz bırakmasın ve acılar yaşatmasın!..