Tüm öngörüleri doğru çıkan bilge diplomat, Emekli Büyükelçi  Şükrü Elekdağ’dan anayasa referandumuyla ilgili çarpıcı uyarılar:

uuu

Sevgili okurlarım,
anayasa değişikliklerinin, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adıyla ölümsüzlük hariç, mutlak ve sınırsız yetkilere sahip tek adamın hükmedeceği bir rejim kurmayı öngördüğünü bu sütunlarda birçok kez dile getirdim. Ayrıca, bilge diplomat Şükrü Elekdağ ile yaptığım “Terörle Etkili Mücadele İçin Tek Adam Rejimine İhtiyaç Yok” (2 Şubat 2017) başlıklı röportajda anayasada değişiklik öngören yasayı masaya yatırarak detaylı bir analizi de gerçekleştirdik.
Bugünkü söyleşimizde bu ucube rejimin Türkiye’yi nereye götüreceğine odaklanacağız. Referanduma giden yolda “Evet mi”, “Hayır mı” tartışmasıyla gerilen siyasi ortam, buna Hollanda krizinin de eklenmesiyle aşırı kızışmış durumda. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Türk Dışişleri Bakanı’na bir Avrupa ülkesine giriş izni verilmedi. Keza ilk defa bir kadın bakanımız bir Avrupa ülkesinden apar topar sınır dışı edildi.
İlk soru olarak Sayın Elekdağ’a, yaşadığımız bu onur kırıcı gelişmeler konusunda neler düşündüğünü sordum.
İşte cevapları:

HOLLANDA İLE KRİZ, ANKARA’NIN ŞARTLARI ZORLAMASINDAN DOĞDU

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ: Hollanda tarafından başvurulan eylemler uluslararası hukuka aykırı ve kuşkusuz tepki gösterilmesi gereken tutumlar!.. Ancak, Ankara işi başından yanlış tuttu. Zira, krizi tetikleyen, AKP iktidarının 2008 yılında kendi yapmış olduğu Seçim Kanunu’nu çiğneyerek devlet imkânlarıyla Avrupa’da referandum için propaganda yapmaya kalkışmasıdır!.. Ayrıca, Rotterdam’ın Müslüman Belediye Başkanı Abu Talip, güvenlik ve kamu düzeni nedenleriyle referandum için Türk siyasetçilere propaganda yasağı getirdiklerini açıklamıştı. Bu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ışığında yasal bir tutumdur. Yani kriz, Ankara’nın şartları zorlamasından doğdu! Hollanda, Geert Wilders’in seçimi kazanacağı korkusuyla, orantısız hukuk dışı tepki gösterdi, rencide edici aşırı kabalık ve hoyratlıkla hareket etti. İşler bu noktaya gelince, Ankara, maruz kaldığı kötü muameleye tepkisini, hakaretamiz sözler ve tehditlerle değil diplomasi ve hukuk alanında gösterseydi, uluslararası kamuoyuna karşı eli kuvvetlenirdi. Ama bu yöntem iktidarın fıtratına uymuyor! Zira, stratejisi, krizden nemalanmak üzerine bina edilmiş. Nitekim bunu, kendileri de itiraf ettiler...
UĞUR DÜNDAR: Durumu objektif bir şekilde özetlediniz... Şimdi uygun görürseniz anayasa değişikliklerine gelelim. Bu değişiklikler Türkiye’yi nereye götürür?
(Ş.E.): Bu sorunuzu yanıtlamak için önce, bu çağ dışı rejimin hedefinin ne olduğunu sorgulamamız lazım. “15 Temmuz FETÖ Darbesi” bize bu konuda açık ipuçları veriyor. Darbe girişimiyle Türkiye çok perişan bir duruma düştü. 100 bine yakın kamu personeli meslekten ihraç edildi. İçlerinde 100’e yakın general ve amiral, binlerce subay, emniyet müdürü, hakim ve savcıların da bulunduğu 50 bin kişi hapishanelerde yatıyor. Dünyada bu tür, müthiş boyutta bir travma yaşayan başka bir ülke gösteremezsiniz!... Yani bugüne kadar hiçbir toplum böyle bir durumla karşılaşacak kadar gaflet, dalalet, cehalet, şuursuzluk ve ihanet bataklığına saplanmış değil!.. Bu felaket karşısında millet olarak şu soruya çok isabetli ve çok kesin bir yanıt aramalıyız: Bu generaller, amiraller, akademisyenler, emniyet müdürleri, hakimler ve savcılar, bu hale nasıl geldiler?
(U.D.): Evet, çapsız bir vaize biat edip, Gazi Meclis’i bombalatacak, kendi vatandaşlarını kurşunlatacak kadar nasıl alçaldılar?

ÜLKE YÖNETİMİ İDEOLOJİYE DEĞİL AKIL VE BİLİME DAYANMALIDIR...

(Ş.E.): Bu sorunun üç başlı bir yanıtı vardır. Bu kişilerin bu hale gelmelerinin, böyle çarpık bir zihniyetin tutsağı olmalarının birinci nedeni, beyinlerinin cemaat tarafından sapkın dinci eğitimle yıkanmış olmasıdır. Dikkat ederseniz dini demiyor, ‘dinci’ diyor, birbirinden net biçimde ayırıyorum. Bunun altını kalın çizgilerle çizelim. İkinci neden ortamdır. El Kaide gibi örgütler, Usame bin Ladin ve Fetullah gibi teröristler, ormandaki mantar gibi kendiliğinden bitmezler, bunların İslam dininin radikal siyasi amaçlarla kullanıldığı ortamın yarattığı fanatizmin ürünü olduğunu biliyoruz. Üçüncü neden, Atatürk inkılapları bağlamında yasaklanan tarikat, zaviye ve cemaatlerin ülkemizde karınca gibi üremesine hükümetin müsaade etmiş olmasıdır. Tarihsel gerçekler, bir ülkedeki cemaat ve tarikatların uluslararası güç odakları tarafından ele geçirildiğini ve o ülke aleyhine kullanıldığını gösteriyor. 15 Temmuz darbesi de böyle bir sürecin ürünüdür.

(U.D.): Bunlar önemli teşhisler... Peki çıkarılması gereken dersler neler?

(Ş.E.): Bu teşhislerden çıkarılması gereken önemli dersler var. Birincisi, Türkiye’de dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sitemin hakim olduğu bir siyasi ortam olsaydı bu darbenin kesinlikle olmayacağıdır!.. Atatürk’ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi, din veya mezhepsel ideolojiye değil akıl ve bilime dayansaydı, esasen Fetullahçılık devlet eliyle beslenip sonra devletin başına bela olmazdı. İkinci ders, laikliğin herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dinin siyasi bir güç olarak kullanılmasını önlediğidir. AKP iktidarı 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir ve Türkiye, yeniden itibarlı ve saygın bir ülke olur.

(U.D.): Peki, AKP iktidarı bunu yapıyor mu?

(Ş.E.): Maalesef yapmıyor!.. Tam tersine, AKP liderliğine, Atatürk’ü düşman belleyen, laik, demokratik, çağdaş Türkiye’yi yıkıp, ülkemizi Orta Çağ karanlığına sürükleyecek dindar ve kindar bir nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir zihniyet hakim... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son yıllarda yaptığı açıklamalar dikkatle incelenirse, Türkiye’nin temel kimliğini Osmanlıcı-Sünni-İslam kimliğine dönüştürmek istediği ortaya çıkıyor. Ancak bu doğrultuda atılacak adımlar, son derece olumsuz sonuç doğurur. Önce laiklik ve çoğulculuk sistem dışına itilir. Sonra da tek boyutlu bir inanç ve yaşam biçimi toplumun tümüne dayatılır. Bu uygulamaların toplumun içini çürütüp, ayrıştırması ve mezhepsel çatışmalar ile sosyal patlamalara yol açması kaçınılmazdır. Böyle bir gelişme Türkiye’yi Ortadoğu’da yaşanan tüm mezhepsel çatışmaların hedefi haline getirir ki, bu, felaket doğurur.

DİN VE MEZHEP TEMELLİ YÖNETİM BİLİMİ BOĞAR, LAİKLİĞİ DIŞLAR

(U.D.): O halde bu felâketi önlemek için neler yapmak gerekir?

(Ş.E.): “Hayır”cıların kimseyi rencide etmeden, inançlara saygılı yaklaşımlarla toplumu aydınlatması lazım. Dinin siyaseti esir aldığı hiçbir ülke Orta Çağ karanlığından kurutulamamış, kalkınamamış, istikrar ve refaha kavuşamamıştır. Mısır’da Büyükelçilik yapmış olan bir meslektaşımın anlattığı 1995 yılında Kahire’de cereyan eden ilginç bir olay, bu gerçeği çarpıcı biçimde kanıtlıyor. Profesör Nasr Abu Zayd, Mısır’da tanınmış bir ilahiyatçı ve verimli bir yazardır. Eşi İbdihal Hanım da Kahire Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı öğretim görevlisidir. Kuran-ı-Kerim hakkında liberal tefsirler yapan Profesör Ab Zayd, Kuran’ın bir kültürel ürün olduğu ve 7. asrın kültürel ortamı dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünen, fakat tefsirinin bugünün koşullarının ışığında yapılmasının önemini savunan liberal bir yaklaşıma sahiptir. Yazdığı makaleler Kahire Şeriat Mahkemesi’ne intikal eder ve mahkeme verdiği kararda Profesör Zayd’ı, savunduğu görüşlerin İslam dininin reddi anlamına geldiği gerekçesiyle, “mürted” olarak ilan eder. “Mürted” demek “irtidat” eden, yani dinden dönen, İslamı reddeden demektir. Şeriat’a göre mürtedlerin hayat hakkı yoktur. Abu Zayd ölüm korkusuyla Hollanda Büyükelçiliği’ne iltica eder, sonra da bir yolunu bulup Mısır’dan kaçar.

(U.D.): Peki sonra?..

(Ş.E.): Hikâye burada bitmiyor. Şeriat’a göre Müslüman bir kadın Müslüman olmayan bir erkekle evlenemeyeceğinden Şeriat Mahkemesi bir sonraki celsesinde İbdihal Hanım’ın da kocası Profesör Abu Zayd’dan boşanmasına hükmediyor. O hafta Türk Büyükelçisi katıldığı diplomatik bir davette dostane ilişkiler sürdürdüğü El Ahram Gazetesi’nin başyazarına rastlıyor. Görüşme Abu Zayd olayına intikal ediyor. Büyükleçimiz, başyazara şu suali soruyor: Nasıl oluyor da, Mısır gibi Arap ve İslam dünyasının lideri ve büyük bir uygarlığın temsilcisi bir ülkede böyle kararlar alınabiliyor? Başyazar biraz düşündükten sonra şu cevabı veriyor: “Çünkü bizim bir Atatürk’ümüz olmadı da ondan!”

(U.D.): Referandumda oy kullanacaklar için Atatürk’ün önemini, değerini ve büyüklüğünü anlatan, yol gösterici olay bu!..

(Ş.E.): Bu olayı Atatürk’ün yaratıcısı oluğu Cumhuriyetimizin kurucu felsefesine iki elle sarılmamız gerektiğini vurgulamak için naklettim. Din ve mezhep temelli yönetim zihniyeti bilimi boğar, laikliği dışlar, siyaseti de esir alarak ülkeyi ayrıştırır, toplumsal çatışmalara mezhep savaşlarına yol açar. Mısır bu gerçeğin en çarpıcı örneğidir. Devlet yönetiminde laiklik demek, toleranstır, eşitliktir, din ve vicdan özgürlüğüdür, çağdaş hukukun mayası ve demokrasinin olmazsa olmazıdır. Herkes inançlarını özgürce yaşar ve dini vecibelerini hiçbir kısıtlama olmaksızın özgürce yerine getirir. İşte bu anlayış derecesine ulaşamadıkları için, dünyadaki 1,5 milyar insan, modern bilime ulaşamıyor, kalkınamıyor, sanayileşmiyor, çağdaş evrensel hukuku kabul edemiyor, halk iradesine dayalı istikrarlı bir devlet kuramıyor, kendi kendini yiyen kurt gibi hem sömürüyor, hem de sömürülüyor, inanç ve kimlik savaşlarıyla birbirini boğazlayıp kan içinde yüzüyor. Türkiye’yi bu korkunç girdaptan kurtardığın için nur içinde yat Atatürk!..