Demokrat Parti 1950’de iktidara “Yeter Söz Milletin” sloganıyla geldi...
Ancak bu slogan çok çabuk kenara atıldı; Başbakan Menderes ve kurmaylarının yarattığı slogan çok daha çekici gelmişti:
-Küçük Amerika olacağız!..
Siyasi, ekonomik hatta kültürel adımlar bu slogana göre biçimlendirilmeye başlandı. ABD’ye olan sevgiyi öne çıkaran marşlar, şarkılar, tekerlemeler bile üretildi; minicik çocuklara, okullarda hep bir ağızdan söyletildi; karşılığı şartlı Amerikan yardımları, çocuklara süt tozu ve peynir olarak geldi!..
Ancak yeterli değildi, daha büyük, daha ses getiren bir şeyler yapılmalı, karşılığında NATO’ya kapağı atmalıydık!..
-Kore Savaşı’na dahil olduk!..
Hem de bir tümen büyüklüğünde!.. Sonraki yıllarda bize anlatılan “Kunuri Muharebesi” destanı, aslında bir kendini feda idi! Etrafı sarılmış ABD 8. ordusunun zaiyatsız, burnu bile kanamadan geri çekilebilmesi için Türk Tugayı 741 şehit, 2068 yaralı verdi. Kayıp ve esirlerle birlikte rakam 3 bin 514 olarak tescil edildi...
Amerikalı General Marshall, görevin imkansızlığını şu sözlerle anlatacaktı:
-Bir aspirin tüpünün kapağı ile büyük bir fıçının ağzı kapatılmak istenmiştir!..
Meclis kararı bile olmadan evlatlarımızı Kore’ye gönderen Celal Bayar-Adnan Menderes Hükümeti istediğini almıştı:
-1952’de NATO’ya girdik!..
İşte, o günden sonra binlerce kez duyacağımız, üzerine binlerce makale, kitap yazılacak, belgeseller yapılacak “Askeri Vesayet” deyimi böyle doğdu. Ancak doğru değildi; doğrusu şöyle olacaktı:
-Amerikan vesayeti!..

MİT’in maaşlarını bile CIA ödedi!..


ABD’nin Türkiye’de yaprak kıpırdasa haberi oluyordu!..
Nasıl olmasın ki; önce MAH sonra da Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adını alacak olan kurumla “al takke ver külah” denilecek kadar yakın çalışıyorlardı!.. Daha beteri uzun yıllar sonra tesadüfen ortaya çıkacaktı:
-Bizim istihbaratçıların maaşlarını dahi CIA yani ABD ödüyordu!..
ABD’nin hoşuna gitmeyen hiç kimse devletin kurumlarında barınamıyordu. Tuttuğu, güvendiği “elemanlar” ise ihya oluyor, en önemli makamlara engelsiz yükseliyorlardı! ABD, özellikle üç kurum üzerinde son derece hassastı; ordu, siyaset, istihbarat... Dikkat ederseniz ordu ilk haneye yazılı!.. Bu çok doğal; çünkü 1950’de NATO’ya kabul edilen Türk ordusu, geçen yıllar içinde Türk milletinin, Atatürk’ün ordusu olmaktan, sıkı bir NATO ordusu olmaya doğru evrilecek, Amerikan vesayetini iliklerine kadar hissedecekti. Darbeler, muhtıralar hep ABD kontrolünde gelişecekti!..
Bir örnek; Başkan Johnson ile Kıbrıs olayları konusunda ters düşen ve “yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” diye rest çeken İsmet İnönü’nün ABD seyahati sırasında Türkiye’ye gelen bir siyahi Amerikan generalinin temasları sonrasında, Türkiye Başbakanı Washington’da iken hükümeti düşürülecekti!..
Örnek çok; iktidara geldiğinde “Morrison Süleyman” lakabıyla anılan Süleyman Demirel, Sovyet kredisiyle demir çelik fabrikaları kurmaya gidince önce partisi bölünecek, ardından 12 Mart muhtırasını görecekti.
Bülent Ecevit, önce haşhaş ekimi yasaklamasına karşı çıkıp, ardından Kıbrıs’taki soykırıma karşı orduyu harekete geçirince, önce ambargo ile cezalandırılacak, sonra da iktidardan düşürülecekti!..
-70’li yılların kan revan içinde geçmesinde ve bir 12 Eylül karşıdevrimi ile sonuçlanmasında da başrol Amerika’nındı!..

Stratejik ortak ABD!..


Ordu ve istihbarat ABD’nin vesayeti altına girmişti...
Peki ya siyaset?.. Hem de olanca ağırlığıyla girmişti!.. Menderes’in “Küçük Amerika olma” hevesi, Türk siyasetinin neredeyse 70 yıl süreyle ABD vesayeti altına girmesiyle sonuçlanacaktı.
Siyasetin Amerikan isteklerine yanıt veremediği yerlerde ise iktidarlar sözde demokratik yollardan devriliyor ya da son çare olarak darbelere başvuruluyordu.
70’lerin ikinci yarısında Türkiye üzerine oynanan en büyük oyun sahneye kondu; ABD’nin Sovyetleri bir İslam çemberine alma düşüncesiyle oluşturduğu “Yeşil Kuşak Teorisi” gündeme sokuldu. Bunun için Türkiye’nin hazırlanması gerekiyordu!..
Bu hazırlık, 5 yıl içinde beş binden fazla insanın yok edilmesi, büyük suikast ve katliamların devreye sokulması anlamına geliyordu!.. 12 Eylül darbesini CIA İstasyon Şefi Paul Henze, ABD Başkanı Carter’a şöyle bildirmişti:
-Our boys have done it (Bizim çocuklar başardı!)
Artık yeni yıldız Turgut Özal’dı!.. Askeri Cunta’nın ekonomi bakanı olarak başladı, 80’ler ve 90’ların ilk bölümü onunla yol alındı. Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş bir referandumla döndü siyaset sahnesine. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve nihayetinde 15 yıllık Erdoğan iktidarı, aynı oyunun aşamaları olarak sahneye kondu!..
Ordu “bu işteki tuhaflığı” sezip, Amerikan vesayetinden kurtulmaya çalıştığında ise kumpaslar dönemi açıldı!.. Ordu neredeyse un ufak edildi. Aynı yolda birlikte yürüyenler, işbirlikçi paydaş liberaller ve yanaşma medya ABD vesayetinin “güvenilir yardımcıları” olarak tarihe geçti. Sonrası adeta “Frankenştayn filmine” benziyor; önce ortaklar kapıştı, güçlü olan ezdi geçti. Ardından yine ABD patentli bir darbe girişimi ve sonuçta yaşadığımız günlere geldik...
-Sivil Vesayet dönemi!..
ABD ile her istediğini vermesine karşın bir türlü frekans tutturamayan iktidar, ülkeyi OHAL’siz, KHK’sız yönetemiyor. Son çare Rusya kartını kullanmaktı, şimdi o çevrelerde geziniyor, ancak ABD ile pazarlıklar da sürüyor!.. Nasıl ve ne kadar süreyle göreceğiz!..
-ABD ilişkileri, Rıza Sarraf pazarlığını ve son NATO skandalını bir de bu gözle okuyun lütfen!..