Dünyada bugünlerde geçer akçe, siyaset yaptığın/yönettiğin ülkede “tek adam” olma sevdası.

Çin’de mesela; ekim ayında yapılan Komünist Parti Kongresi’nde mevcut Devlet Başkanı Şi Cinping, olası tüm rakiplerini elimine etti; kendini Komünist Çin’in kurucusu Mao’yla aynı statüye getiren bir karar aldırıp, daha yaşarken “kişisel doktrininin” resmen Çin’deki tek hakim güç olan Komünist Parti’nin doktrinine dahil ettirdi.

Ya da Mesud Barzani’nin sonu hüsranla biten “bağımsızlık referandumu” çıkışı. Eğer “hayalindeki” ülkeyi kurabilseydi, elbette “tek adam” olacaktı.

Ve şimdi de Suudi Arabistan; mevcut Kral Selman’ın oğlu Prens Muhammed, önce kendini “veliaht” yaptırdı, şimdi de kraliyet ailesinden olası tüm rakiplerini “yolsuzluk” adı altında toplayıp, hapse – konu Suudi Arabistan olunca beş yıldızlı otele- tıktırdı. Bugün yarın, 82 yaşındaki babası Kral Selman’ı da “emekli” edip, kral koltuğuna oturması bekleniyor.

Ancak Suudi Arabistan’da yaşananlar, sadece bir prensin “tek adamlık” sevdası değil; işin arkasında bu “tek adamlık sevdasının” kullanılarak, bölgede yeni bir güç dengesi yaratma çabası yatıyor.

Ortadoğu’da hakim olan bu yeni güç dengesinin bir tarafında İran ile Rusya işbirliği, diğer tarafta ise Suudi Arabistan/Körfez Arapları-ABD- İsrail ittifakı var. Bu ikinci gruba Mısır’ı da katmak mümkün.

Ortadoğu’da son dönemde yaşanan irili-ufaklı tüm gelişmeleri, giderek “dehşet dengesi” haline gelen bu güç savaşı üzerinden okumak mümkün:

- Mesela Katar krizi; çıkış noktası, Katar Emiri’nin ortak paydaları olan doğalgaz başta olmak üzere, pek çok konuda İran’la yakınlaşmasıydı. Haziran ayında Suudiler ve ortaklarının ambargo kararıyla alevlenen Katar krizi, bugünlerde Katar’ın sessiz sedasız İran’dan uzaklaşması nedeniyle yumuşadı. Ancak tam olarak sona ermedi.

- Ya da Barzani’nin “bağımsız Kürdistan” inadı; Barzani, İran-Suudi cepheleşmesinin tam ortasında kaldı. Her iki taraf da Bağdat yönetimini kendi tarafına çekmeye çalışınca, olan “bağımsızlık” diye yola çıkıp, bugüne kadar elde ettikleri kazanımları da kaybeden Iraklı Kürtlere oldu. Krizin kazananı ise açık ara Irak’ın Şii Başbakanı Haydar el İbadi. İran, “Şiilik” kartını öne sürerek İbadi’yi kendi cephesine çekmeye çalışırken, Suudi Arabistan “Araplık” kartını açmış durumda. İbadi ise bugünlerde kendisi için yaşanan bu büyük rekabetin siyasi meyvelerini -elbette büyük memnuniyetle- yemekle meşgul.

- Ve Lübnan kaosu; İran-Suudi cephelerinin rekabetinde ilk ezilen/yıkılan Yemen olmuştu; Ülke bir tarafta İran’ın desteklediği Şii gruplar, diğer tarafta bizzat Suudi ordusunun operasyonları altında yok olup gitmek üzere. Rekabetin sıradaki kurbanının ise Lübnan olabileceğinin ilk işaretleri gelmeye başladı; Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi baskısıyla görevinden istifa ettirildi; ülkesine dönemiyor, halen Suudi topraklarında “rehin” olduğu söylentisi hakim. İran ise Lübnan’daki “taşeronu”, hem siyasi olarak güçlü, hem de kendi silahlı gücü olan Hizbullah ile Lübnan siyasetini dizayn etmeye çalışıyor.

AKP’nin çıkmazı, İran mı Suudi cephe mi?


Tüm bu tablo içinde kilit ülkelerden biri ise Türkiye.

Bir zamanların neo-Osmanlı rüyalarının bir bir hüsranla sonuçlanmasından olsa gerek, AKP hükümeti henüz iki cepheden herhangi birine balıklama atlamış değil.

Ancak izlenen politikalar ve yapılan yanlışlar, Türkiye’yi İran cephesine “meylettiriyor” ya da zorluyor gibi.

İlk işaret Türkiye, İran ve Katar arasında “kargo taşımacılığı” konusundaki anlaşma çalışmalarıyla geldi; Suudi Arabistan’ı bugünlerde en deli edecek adım.

Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ilımlı İslam” söylemi üzerinden, bu söylemin sahibi Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a çok ağır yüklendi.

Erdoğan’ın, İran’ın bölgedeki en büyük müttefiki Rusya’ya bugün yapacağı ziyaretin de, AKP’nin ibresinin İran cephesine dönük olması olarak okunması mümkün; Tabii Putin’den istediği güvenceleri alabilirse.

Ayrıca AKP’yi İran cephesine zorunlu olarak iten bazı gelişmeler de var:

- İlk olarak, Başbakan Binali Yıldırım’ın ABD’ye geçen hafta yaptığı ziyarette istediklerini alamadı; Trump yönetimi YPG-PYD’ye destekten vazgeçmedi, Washington Gülen’in iadesi/Zarrab davasında en ufak geri adım atmadı, Yıldırım’ın görüştüğü ABD Başkan Yardımcısı Pence açık açık Türkiye’deki OHAL sürecindeki davaları eleştirdi, vize krizi tam olarak çözülmedi. Yani AKP, Washington’da aradığı “ittifak” konusunda tam başarılı olmadı.

- Suudi Arabistan ise yaşanan son kargaşada AKP’yi Suriye’de çok zora sokacak adımlar attı; Suriye krizinin başında AKP ile birlikte Esad’ı devirmek için “Suriye muhalefeti” uyduran Suudiler, şimdi bu uydurdukları muhalefetin önemli isimlerini hapse attı. Ahmet Davutoğlu’nun önce Dışişleri Bakanı, ardından Başbakan olarak Esad’ın yerine geçmesi için devşirdiği, Türkiye’de onlarca kez ağırladığı Suriye Ulusal Konseyi’nin etkin isimleri, Suudiler tarafından “yolsuzluk ve dolandırıcılıkla” suçlandı; Suriye Ulusal Konseyi’nin eski Başkanı Ahmed el Carba ile Riyad Hicab’ın hapiste oldukları haberleri geliyor.

Kısacası; dış politikaya “kandırılma” gözlüğünden bakan AKP, Ortadoğu’da en zor günlerini yaşıyor. Bugüne kadar kendini ait gördüğü “Sünni Müslüman” cephe AKP’yi istemiyor. AKP de, istese de istemese de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sık sık “Şii değil, Pers yayılmacılığı var” diyerek eleştirdiği İran’a itiliyor.

Bu çıkmazdan kurtulmanın ise çaresi var; Atatürk’ün dış politikasına dönmek. Ortadoğu bataklığından uzak durmak.

Son 10 Kasım’da “Gazi Mustafa Kemal” söyleminden vazgeçip, Türk Milleti’nin Ata’sına verdiği soyadını, “Atatürk”ü kullanmaya başlayan AKP yönetiminin, Atatürk’ün politikalarını da benimsemesi Türkiye’nin tek çıkış yolu...