Steven Spielberg’in yeni filmi “The Post”, gazetecilik mesleğine yapılmış en güzel övgülerden biri.

Ünlü Fransız gazetesi Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin ünlü sözüdür: “Gazetecilik, temas ve mesafe mesleğidir”. Steven Spielberg’in yeni filmi “The Post”u izlerken sık sık bu sözü düşünüyor insan.
1971 yılında, ABD Savunma Bakanı Robert McNamara’nın Vietnam Savaşı hakkında hazırlattığı gözlemci raporları, ‘Pentagon Papers’ önce New York Times gazetesine sızar. Bu ‘çok gizli’ belgelerde ABD’nin o zamana kadarki dört başkanının da gerçekleri halktan sakladığı, Amerikan ordusunun Vietnam Savaşı’nda halka gösterildiği gibi başarılı olamadığı, buna rağmen kaybedileceği baştan belli bir savaşın zorla devam ettirildiği anlaşılmaktadır. Başkan Nixon New York Times’ı vatan haini ilan edip mahkemeye verir. Aynı belgeler o zamanın en köklü yerel gazetelerinden biri olan ve halka açılıp daha da büyümeyi hedefleyen Washington Post gazetesine de ulaşır. Yazı işleri müdürü Ben Bradlee ellerine ulaşan belgeleri The Times gazetesinden farklı olarak bir günde tasnif edip daha kapsamlı bir şekilde, hiç tereddüt etmeden basmak ister. Ancak gazetenin sahibi Katherine (Kay) Graham, intihar eden kocasından kendisine miras kalan işini, çalışanlarını ve elbette kendi geleceğini korumakla habercilik yapmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalır. Gazetenin tepe yönetiminde gergin, heyecanlı ve ibretlik tartışmalar yaşanır.

the_post_1

Hollywood’a zaman zaman kızabilirsiniz ama bu kadar sisteme endeksli bir yapı içerisinde kimi konularda çok iyi gaz almayı bilen bir damar var orada. Sol ve demokrat öykülerin, ne olursa olsun demokrasinin kazandığı, adaletin sağlandığı örnek hikayelerin, büyük ve parlak yapımlarla dünyanın karşısına çıkması hem ihtişamlı bir özgüvenin hem de prestijli bir özeleştirinin göstergesidir. “The Post” elbette yakın dönemde izlediğimiz Oscarlı bir başka önemli gazetecilik filmi “Spotlight”taki gibi yüce bir meselenin ibretlik hikayesini anlatıyor. Zaten filmin senarist kadrosunda da ortak bir isim (Josh Singer) var.
Washington Post gazetesinin sahibinin ve yazı işleri müdürünün önceki başkanlarla, hükümetin kimi yönetici ve bürokratlarıyla arkadaşlıkları bulunmakta. Elde edilen belgeler bu ilişkileri zedeleyecek, bizzat Nixon tarafından da hedef gösterileceklerdir. Bu yüzden önlerinde verilecek çok zor bir karar vardır. Üstelik Kay Graham 1971’in dünyasında bir kadın yönetici olarak da zaten yeterince zorluk yaşamaktadır.
Film, özellikle de bu iki ana karakterin düştüğü ikilem üzerinden, gazetecilerin kaynaklarıyla ya da iktidarla kurduğu temas ve mesafenin önemini ustaca vurguluyor. Filmde de dillendirilen şu önemli gerçeğin haklılığı da pekiştiriliyor ustalıkla: “Basın yönetenlere değil yönetilenlere hizmet etmek için vardır.” Bu gerçek gazeteciliğin evrensel doğrularından en önemlisidir. Bunu tamamen unutan, siyasetçilerle kol kola girip onların ve kendilerinin menfaatine çalışan bazı gazete patronlarının, editörlerinin ve yazarlarının ibretle izlemesi gereken bir film bu.

the_post_2

Amerikan sinemasına yön veren yönetmenlerden biri olan Steven Spielberg, bu türden politik gerilimlerin en iyilerinden biri olan Alan J. Pakula imzalı “Başkanın Bütün Adamları”nın (All The President’s Men, 1976) ‘öncesi’ filmini çekmiş adeta. Zira bu filmde yaşananlardan bir sene sonraki Watergate skandalını ortaya çıkaran da aynı gazetenin iki muhabiri olacaktır. Yani “The Post”un ardından hemen bu filmi izlemeye oturabilirsiniz. İki film arasında bir ton devamlılığı amaçlamış zaten Spielberg de tecrübeli ekibiyle birlikte. Bu yüzden iki film de aynı sene çekilmiş gibi sanki. Bol diyaloglu olmasına rağmen hikayenin içine girebilen için oldukça gerilimli, dinamik bir senaryosu olan filmin özellikle genç izleyiciler nezdinde biraz demode kalma tehlikesi de var elbette. Ama bu da yönetmenin aldığı haklı bir risk.
Meryl Streep, Kay Graham’in baskın erkek iktidarında bir kadın yönetici olmasının, zamanında oğlunu Vietnam savaşına uğurlamış bir anne olmasının, eski savunma bakanı McNamara ile dostluğunun ve bir gazete yöneticisi olarak mesleki sorumluluklarının sırtına yüklediği bütün tereddütleri, ikilemleri ve kararsızlıkları o kadar ustalıkla yansıtıyor ki seyirciye, adeta bir oyunculuk dersi veriyor (yine). Tom Hanks ve Bob Odenkirk de böyle bir hikayenin içinde yer almaktan gurur duyduklarını neredeyse rol aldıkları her sahnede belli etmekteler...
“The Post”un Akademi ödüllerinde bir “Spotlight” etkisi yaratması zor görünüyor ama etkili senaryosu ve Meryl Streep’in elbette şaşırtmayan şahane performansı görmezden gelinecek gibi değil.

4 yıldız
The Post
Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Meryl Streep, Tom Hanks, Bob Odenkirk
115 dakika, 7+

Hazmı zor bir ‘insanlık’ hikayesi

“Daha” oyuncu Onur Saylak’ın yönettiği ilk uzun metrajlı filmi. Filmin anlatıcısını seslendiren Fırat Tanış’ın ‘twitter’da “Daha” için ‘demirden leblebi’ ibaresini kullanması boşuna değil gerçekten. Nitekim Hakan Günday’ın aynı adlı romanından esinlenilerek yine yazarın katılımıyla senaryolaştırılan hikaye, oldukça sert virajlar alan, tam da bu acımasız iklimin bir ürünü.
Ticaretin en kirlisi olan insan ticaretinin kalbinde geçen bir hikaye bu. Savaştan kaçan mülteciler, botlarla karanlık denizlere sonu belirsiz bir yolculuğa uğurlanmadan önceki son durakta yani Ahad ve oğlu Gaza’nın yeraltındaki deposunda kalmak zorundadırlar bir süre. 14 yaşındaki Gaza’nın en büyük hayali bu işten, babasından ve tıkılı kaldığı bu küçük sahil kasabasından uzaklaşıp büyük şehirde iyi bir liseyi kazanmak. Ahad ise bunu hiç istememekte, oğlunu zorla bu ‘baba mesleğine’ daha çok dahil etmeye çalışmaktadır. Bir gün yine mültecilerle dolu depoda yaşanan trajik bir olay Gaza’nın dünyasını sarsar. Acaba babasını ve onun temsil ettiği bu krallıktan ayrılma gücünü kendisinde bulabilecek midir?

daha_1

Onur Saylak sanki üçüncü ya da dördüncü filmini çekiyormuş gibi hakim filmine ve kurduğu atmosfere. Jeneriğinden başlayarak sonuna kadar o kadar serinkanlı ve stilize çekmiş ki bu hikayeyi en başta buna vuruluyorsunuz filmde. Ahmet Mümtaz Taylan ve oğlu Gaza rolünde genç oyuncu Hayat Van Eck, karakterleri için çok doğru seçimler olmuşlar. Fiziksel benzerliklerinin yanısıra aralarındaki sessiz gerilim de ustalıkla kurulmuş. İkisi arasında yaşanan baba-oğul çatışması çok gerçek ve çarpıcı sahnelerle işlenmiş. Denizin, güneşin bu kadar yakınında olmasına rağmen neredeyse bir korku filmine yaraşacak kadar tekinsiz atmosferini de takdir etmemek mümkün değil.

Filmin ilk yarısı da kusursuz ilerliyor, karakterleri, öyküdeki işlevlerini ve olağan düzenlerini ustaca anlatıyor senaryo. Ancak ortalarda yaşanan o trajik vakanın sonrasında bazı küçük ikna problemleri başgösteriyor senaryoda. Gaza’nın bütün yaşadıklarına rağmen yaptığı seçim, ‘gardiyanın kendisinin olduğu mahkumiyet’ hali tam çıkamıyor ortaya sanki. Oysa aynı kitapta Hakan Günday’ın şöyle bir cümlesi var: “İnsanları çaresiz bırak, iç organlarından roket yaparlar”. İşte Gaza’nın roket yapmamasıdır belki de takıldığımız sorun.
Baba-oğula mülteci sağlayan ikili de en başta çok iyi yazılmış karakterler ama Gaza’nın kaderini belirleyen o kritik icraatları, filmin ilk yarısında tanıdığımız kişiliklerine biraz ters düşüyor sanki.
Ancak yine de elimizde güçlü bir film var. Savaş yüzünden canlarını ve ailelerini korumaya çalışan insanların bu umut ve umutsuzlukla dolu hikayeleri, bu ülkenin zaten acılı olan coğrafyasına bir katman daha ekledi. Saylak bunun sömürüsünü yapmadan, o insanların umutlarını sömüren insanlığın içindeki karanlığı gözümüze sokmadan ama yüzümüze vurarak anlatmayı başarıyor.

4 yıldız
Daha
Yönetmen: Onur Saylak
Oyuncular: Ahmet Mümtaz Taylan, Hayat Van Eck, Tuba Büyüküstün
115 dakika, 18+

Dar alanda vuruşmalar

1988 yapımı “Zor Ölüm”ün (Die Hard) büyük başarısı aksiyon sinemasında yeni bir damarın açılmasına neden olmuştu: Kısıtlı bir alanda sıkışan kahramanın kötülerle tek başına giriştiği mücadele... Özellikle 90’lı yıllarda, günümüzde yaşanan süperkahraman furyası gibi neredeyse bütün aksiyon yıldızları böyle filmlerde rol almaya başladılar. Otobüsler, havaalanları, stadyumlar, trenler, uçaklar içlerindeki masum insanlarla birlikte, yalnız başlarına kötü adamlarla mücadele eden polis, ajan ya da eski polislerin gergin maceralarına mekan oldular.
Liam Neeson da değerli eşini kaybettikten sonra kendisini aksiyon filmlerine verdi iyice ve genellikle rol aldığı filmler bu tarz hikayelere sahiptiler. Oynadığı karakter ya bir şehirde ya da bir araçta, illa ki kısıtlı bir mekanda tek başına kalıyor.

yolcu_1

“Yolcu”da da en başta sıradan bir hayatı olan, geçinme sıkıntısı içindeki aile babası, sigortacı Michael MacCauley adlı bir adamı canlandırıyor aktör. Ama merak etmeyin sigortacı sıkıcı bir kahraman değil o, eskiden polismiş zira! Sigorta şirketindeki işinden çıkarıldığını öğrendiği gün her zaman bindiği banliyö treniyle evine dönerken Joanna adlı bir kadınla tanışır. Tam da işsiz kaldığı gün paralı ama garip bir iş teklifi alır bu kadından. Kadının temsil ettiği adamların trende peşinde oldukları biri varmış. Onlar bu kişiyi bulamıyorlarmış bir türlü. “Sen her gün bu trene biniyorsun ve bütün yolcuları tanıyorsun zaten. Yabancı olanların arasından bizim aradığımız bu kişiyi bul, çantasına da şu küçük vericimizi takıver” diyor Joanna. Ne mükemmel bir plan!
Sonrasında bizim 60 yaşındaki eski polis kahramanımız tekme tokat girişiyor trendeki gizli düşmanlara. Kafasını camlara geçiriyorlar, demirlere vuruyorlar, trenin altına giriyor, trenle birlikte yuvarlanıyor ama maşallah Terminatör gibi hiçbir şeyden etkilenmiyor! En sonunda bu derme çatma, boşluklarla dolu hikayede elimizde birkaç sevdiğimiz oyuncu ve birkaç tane de iyi çekilmiş sahne dışında hiçbir şey kalmıyor...

2 yıldız
Yolcu
The Commuter
Yönetmen: Jaume Collet-Serra
Oyuncular: Liam Neeson, Vera Farmiga, Patrick Wilson
104 dakika, 13+