Öğrenilmiş Çaresizlik” (Learned Helplessness) bir ruh halidir. Anlamı; insanın, çaresi elinde olan bir derde duçar olup, başından geçmiş benzer olaylardan çıkardığı olumsuz derslerden dolayı, hareketsiz kalıp o dertle yaşamaya razı olması demektir. Türkiye vatandaşlarının “biz cari açığı kapatamayız; çünkü bizim ulusal tasarruf oranımız düşüktür; tasarruf oranımız düşük olunca, hızlı kalkınmak için gerekli miktarda yatırım yapamıyoruz; bu yüzden yurtdışından, tasarruf açığımız kadar borçlanmak zorunda kalıyoruz” diye düşünmeleri çok tipik bir “öğrenilmiş çaresizlik”tir. Bu görüşümü bundan önce de birkaç kez yazıya döktüm. Ancak bu “cari açıkla yaşamaya mecburuz” şeklinde özetlenen “çaresizliği” toplumumuzun ne zaman ve hangi olaylarla “öğrendiğini” çözememiştim.

PİRE KAÇ SANTİM ZIPLAR

Öğrenilmiş çaresizlik kavramını 1965 yılında Martin Saligman adında Amerikalı bir psikoloji profesörü geliştirmiştir. Saligman’a ilham veren ise hayvanlarda şartlı refleks davranışlarını gözlemleyen ve bunu deneylerle ispatlayan büyük Rus bilgini İvan Pavlov (1849-1936)’dur. Öğrenilmiş çaresizliği anlatan birçok gözlem ve deney vardır. Bunlardan biri de şudur: Pire, durduğu yerden bir hamlede 60 cm yüksekliğe sıçrayabilen bir böcektir. Bu böcek 30 cm derinliğinde, üstünde saydam cam kapak bulunan bir kavanoza konur. Kavanoz alttan ısıtılır. Ayağı yanan pire, sıçrayarak kurtulmak ister. Ama her seferinde üstteki cama çarparak yere düşer. Sıçramaktan vazgeçer, kaderine razı olur. Kavanozun cam kapağı kaldırılır, tecrübeli pirenin yanına yeni bir pire konur. Kavanoz yine alttan ısıtılır. Ayağı yanan yeni pire sıçrar ve kurtulur. Tecrübeli pire sıçramaya teşebbüs bile etmez. Tabanlarının yanması, onun kaderidir çünkü.

DIŞ BORÇSUZ YAŞAYAMAMAK KAPİTÜLASYONLARLA BAŞLAMIŞTIR

Osmanlı’nın iktisat politikası “milli geliri değil devlet gelirlerini” büyütme üzerine kuruludur. Osmanlı vatandaşları için Osmanlı topraklarında kazanç getiren bir iş yapmak onların “hakkıydı”. Bu hakkı kullanan Müslüman veya gayrimüslim çiftçi, esnaf ve tüccar kazancıyla orantılı olarak devlete vergi verirdi. Osmanlı, kurulduğu günden itibaren gelirlerini artırmak için, sadece yerlilerden değil, yabancılardan da para almıştır. Bunun bir yolu, savaşta yendiği “devletlerden” haraç almak, diğer bir yolu da başka devlet vatandaşlarına (peşin para veya işlem üzerinden vergi vermek kaydıyla) Osmanlı topraklarında kazanç getirecek iş yapma imtiyazı bahşetmekti. Kapitülasyon denen şey budur. Bunun Osmanlı’nın güçsüzlüğü ile ilgisi yoktur. Tam tersine, bu uygulama gücünün zirvede olduğu Kanuni döneminde kurumsallaşmıştır. Kapitülasyon, ecnebilere “bedava taviz” değil “bedeli mukabilinde izin” vermektir. Osmanlı, Orhan Bey zamanından itibaren “bütçe denkliğini” himaye ettiği dış ülkelerden ve içeride çalışmasına izin verdiği ecnebilerden topladığı paralarla sağlamıştır. Sorun Osmanlı zayıflayınca çıkmıştır. Bir yandan dıştan vergi tahsil edilememiş diğer yandan kapitülasyonlar ve imtiyazlar milli gelir kaynaklarını kurutmuştur. Ortaya çıkan bütçe açığı da dış borçla kapatılmıştır. Dış borçsuz yaşayamayız çaresizliği böyle öğrenilmiştir.

Son söz: Kafa yanlışlarla doluysa, içine doğru giremez.