Dışarıda Hiçbir Şey Var, mutluluk veren, günlük dertlerimizin ne kadar geçici olduğunu vurgulayan, hayatı sevinçle kucaklamayı anlatan bir oyun. Oyunu sahnelemeye nasıl karar verdiniz? Benim bu konularla ilgilenmem 14 yaşından itibaren arkadaşlarımın beni Güzin Abla sanmalarıyla başladı. Çevredeki erken yaşta kaybettiklerimizin ardından konuşulanlar etkiledi. "Çok stresliydi, çok çalışırdı kendisine bakmazdı, kendisine zaman ayırmazdı, kindardı" gibi. Ben de bunu ileriki yaşlarda sorgulamaya başladım. O insanların bir kısmı çok değerli insanlardı. Oyuncu, şair, yazar, avukat vardı aralarında. Erken yaşta yaşam böyle olmamalı diye sorgulamaya başladım. Niye yaşamı bir sanat haline dönüştürmeyelim dedim, tiyatroya başladıktan sonra. Sonra da okuduklarım, gittiğim seminerler ilgi alanım olmaya başladı. Algıda seçicilik olur ya. Bunda Polyanna'nın çok etkisi var. Ben 12 yaşında intihar girişiminde bulundum. Oyunda da anlatıyorum. Onun üzerine Polyanna'yı okudum. betularim Bizim toplumumuzda 'Polyanna gibi olmak' negatif değer sahiptir aslında... Şimdi öyle değil aslında. Şimdi keşke Polyanna'cı olsam deniyor. Yıllarca bana bu konuda laf ettiler. 31 yıldır Şehir Tiyatroları'ndayım. İlk 10 sene arkadaşlarım 'Polyannacılık oynama' dediler. Ben de "Oynamıyorum, böyleyim" diyordum. İkinci 10 sene oynamıyor demeye başladılar. Üçüncü 10 sene ise "Betül nasıl böyle olabiliyorsun, bize de öğret" demeye başladılar. Çünkü ben vazgeçenlerin daima kaybettiğini, vazgeçmeyenlerin kazananlar olduğunu öğrendim. Kendim olmaktan vazgeçmemeyi seçtim. Eğer vazgeçseydim sürüye katılmış olacaktım. Sürüye katılmamayı seçtim. arimbetul Kendiniz olma mücadelesi zor bir mücadele. Bu zorlu mücadelede sizin kazanımlarınız ne oldu? Dünyada bana göre kendimize verebileceğimiz en büyük armağan, kendimiz olabilmek. İnsan kendi olmaya başladı mı, bir sürü şeyi başarabiliyor. Kendiniz olmak, her şeyi göze almak demektir. Yalnız kalmayı, dışlanmayı... Onun da temeli kendine güvenmek. Gerçek anlamda kendinizi var etme yolculuğunda başarılı olursanız, kendinizi seviyorsunuz, güveniyorsunuz, şefkat duyuyorsunuz demektir. Şunu hep gözlemledim inanın bana, sizden apayrı düşünen çok farklı olan kişiler bile bir müddet sonra sizi kabul etmeye başlıyor. En zıt fikirleri olanlar var. Kendi gibi diyor. Bu dürüst, doğru diyor. En önemli konu söylediğinizle yaptığınızın bir olması. ef Oyununuzda geçen, sevgi, kardeş, barış gibi kavramlar herkesin savunduğu şeyler aslında ama sizin için başka anlamlar da ifade ediyor. Hayatınızda nasıl bir yeri var bunların? Ben bugün öğrenirim, yarın uygularım. İçselleşiririm. İçselleşmek bugünden yarına olmuyor tabii. Ama bir kere içselleştirdin mi bitti. Hiç kimse, hiçbir olay onu yıkamaz. Ne yaşarsan yaşa, atlatmayı, tolere etmeyi başarabiliyorsun. Trajedi, keder, dram özellikle doğu coğrafyasında ve bizde kutsallaştırılmış şeyler. Ama siz neşeyi, kahkahayı öne çıkarıyorsunuz. Neden? Doğu kültürü olduğu için. Biraz da din faktörü var orada. Acı çeken insanlar, kahırlı insanlar, kederli insanlar saygıdeğer insanlar gibi. Gülen, neşeli insanlar ise 'hafif' gibi geliyor. Konfüçyus diyor ki: "Bütün geceyi uykusuz, ağzıma tek lokma koymadan geçirdim, ama hiçbir işe yaramadı. En iyisi kalkıp bir şey öğrenmeli." Ben bir şeye üzüldüğümde ya da sıkıldığımda doğaya sığınıyorum. Yürüyüş yapıyorum, ağaçlara sığınıyorum. Toprağa basıyorum. Bir gün 12 saat doğada kalmışım, farkında değildim. Ben çözümlerle uğraşırım. Başıma gelen iyi ya da kötü olayı hep sorarım. "Bu bana ne anlatmak istiyor?" derim. Bunu çözdüğüm zaman bir seviye atlama şansım oluyor. Ama çözülmediğinde, aynı olayın iki misli yaşanabiliyor. 4rt Peki, bugün baktığınızda hem şahsi hem de dış dünyaya ilişkin dert edindiğiniz şeyler neler? Hayat sorunsuz değil. Benim de çok sorunlarım var. Ülkenin sorunları zaten var. Hayat sorunlarla baş etme sanatıdır. Sorun olarak düşünmeden önce kendimizin, bedenimizin farkına varmamız gerekiyor. Küçücük bir damladan, bu kadar bir beden bana armağan ve emanet edildi. Bir insan emanet aldığında, sevinir, mutlu olur, teşekkür eder. Ben bana verilen bu armağanın gerçekten farkına vardığım için, mutlu olmak adına başka bir nedene gereksinim duymuyorum. Fransız düşünür Alain diyor ki, "Mutlu olun, çünkü mutluluk barışın meyvesi değil, ta kendisidir" diyor. Mutlu insanlar savaşmazlar, kıskanmazlar, dövüşmezler. Onun için mutluluk çok önemli. Mutlu insanlar sorgularlar, yaratım süreçlerinde yer alırlar. Biz mutlu olmayı bilmeyen bir toplumuz öyleyse? Biz mutlu olmayı bilmiyoruz. Benim bu enerjim, mutluluğum önce bana verilen muhteşem armağana bir teşekkürümdür. Bu çok değerli bir şey. Biz kendimizin farkında değiliz. Bilinçaltı kodlarımızda çocukluğumuzdan beri o kadar yanlış şey var ki. Bize hep, "Kötü düşün iyi olursa sevinirsin", "Çok gülme başına bir şey gelir" denildi. Finlandiya'da bu yok. O yüzden onlar mutlu, başarılı. O çocukları sıkmıyorlar, özgür bırakıyorlar. Oyunda çocuklar için "Donmamış bir betondur, üzerine ne düşerse iz bırakır" diyorsunuz. Bugün eğitim sisteminden tutun da yetiştirme tarzına dek birçok problem gündemde. Çocuklarımızı iyi ve mutlu bir birey olarak yetiştirmemiz ne kadar mümkün? Bir kere kendimizi mutlu etmeden çocuklarımızı mutlu edemeyiz. Özellikle büyütme çağında. Çocuklar 6 yaşına kadar şekilleniyor. Ondan sonra biraz daha zorlaşmaya başlıyor. Biz çocukla konuşurken ve onu büyütürken nasıl büyüteceğimizi, hangi kelimeleri kullanacağımızı bilmiyoruz. Bunların farkında bile değiliz. Ben yıllardır hep söylerim. Evlilik ve ana-baba okulu çok önemli. Ana-baba okulu olmalı. Niye bu kadar sorunlu çocuklar var, uyuşturucu, alkol var? Dil çok önemli. Lütfen herkese öneriyorum. Herkese Don Miguel Ruiz'in 'Dört Anlaşma' kitabını öneriyorum. Her nefes alan canlının okuması gerekiyor. Bu kitap, o kadar çok kişinin hayatını değiştirdi ki, yaklaşık 5 bin tane armağan etmişimdir. Orada "Elinizden gelenin en iyisini yapın, varsayımda bulunmayın, kullandığınız sözcükleri özenle seçin, kişisel algılamayın" diyor. Dil çocuklarda çok önemli. Çocuklar için bir dakikalık yapacağınız şey, bütün hayatı etkileyebiliyor. Çocukların yaşam senaryolarını biz yazıyoruz. Çünkü ana rahmine düştüğümüz andan itibaren her şey hücre hafızamıza kaydoluyor. Onun için hamilelik çok önemli bir devre. Sen neysen çocuk da o olur. Ergenlik döneminde birtakım sorunlar yaşasa da sonunda, anneden babadan öğrendiklerini hayata geçiriyor. Anneler maalesef aşırı kaygılı ve onu çocuğa da yansıtıyorlar. Çocuklarımıza, "sen değerlisin, sana inanıyorum, sana güveniyorum, seni seviyorum" demeliyiz. Hepimizin bir olduğunu öğretmeliyiz. Farklılıklar içinde bir olmalıyız. Her gece çocuklarına bir şiir okusalar, çok büyük değişimler olur. Bütün bunlar yapılsa bile farklılıklara izin vermeyenler de oldukça fazla. Örneğin, oğlunuz Mehmet Ali Alabora, farklılıklara tahammül edemeyenler tarafından baskıya uğradı. Kendisi sizin her şeye rağmen pozitif bakışınızı paylaşıyor mu? Mehmet Ali bana bu konuda çok benzer. Bunu da herkes bilir. Onun için o kadar sevilen birisi. Ben ona hep söylüyorum. İki çocuğum da benden doğdular ama evrenin kızları ve oğulları. İkisine de çok saygı duyuyorum. Apayrı bireyler. Hiçbir zaman baskı kurmadım. Mehmet Ali benim çok saygı duyduğum bir birey. Çok farklı, kendisini çok iyi yetiştirmiş birisi. Ben öğrettiklerimin bin katını ondan öğreniyorum. O çok meraklıdır. Bir şeyi incelediği zaman ayrıntısına kadar iner. Tabii ki kolay olmadı. Ben de çok acı çektim. Fakat, gerçekten yaşanan bir sürü şey hâlâ algı dışımda kalıyor. Bazı şeyleri hem anlıyorum neden olduğunu, hem anlayamıyorum. Ben dünyaya iyilik üzerinden bakan biriyim. Benim kötü düşünme genimi almışlar. Bende rakamlar 100'den başlar. Her insanın mutlaka iyi güzel bir tarafı var diye düşünüyorum. Bunu o insanlar ortaya çıkarmalı. Şimdi çevrede ötekileştirme, ayrıştırma önyargılardan doğuyor. Oyununuzda Einstein'ın önyargılarla ilgili ünlü cümlesini paylaşıyor, ardından önyargının hayatımızı ne kadar sabote ettiğine dem vuruyorsunuz... Einstein, "Ne hazin bir çağda yaşıyoruz. Bir önyargıyı ortadan kaldırmak, atomu parçalamaktan daha zor" diyor. Bu lafı ilk duyduğumda hüngür hüngür ağladım, şimdi de ağlıyorum. Bu önyargılar yüzünden o kadar çok olay yaşandı ki... Kendimle ilgili değil, çevreyle ilgili. Dışlanan, ötekileştirilen, vurulan, dövülen, öldürülen insanlar oldu. Bunları en çok kadınlar yaşıyor. Dedikodu, insanların önce ruhlarını yaralıyor. Sonra dayak yiyebiliyorlar. Benim arkadaşımın başına geldi. Doğuda en ufak bir dedikodu yüzünden öldürülenler oluyor. Dedikoduyu insanlar eğlenmek için yapıyorlar. Bu kadar basit şeyler yüzünden yapılıyor. Hâlâ bu basit şeyler hayatımızı etkiliyor ne yazık ki... Benim hiç dedem olmadı. Çünkü, Cumhuriyet'in 10'uncu yıl kutlamalarında bir serseri kurşun dedeme geliyor. Annem 2 aylıkken dedem vefat ediyor ve dört çocuk ortada kalıyor. Dedem polismiş. g54 Eğlencede maganda kurşununa mı kurban gidiyor? Tabii. Herkes eğleniyor. 80 yıl da geçse hâlâ bu nedenle insanlar canını kaybediyor, bir arpa boyu yol alabilmiş değiliz... Evet, 80 yıldır değişmedi. Eğlenecek başka şey bulsunlar. Lunaparka gitsinler. Bu yüzden benim hiç dedem olmadı. Annem babasız büyüdü. Böyle bir saçma bir şey olabilir mi! O kadar şey bir toplumuz ki, önyargılarımız da öyle işte... Sizi izlemeye gelenler, oyunun ardından nasıl bir değişim yaşıyor? Geri bildirimler ne seviyede? Biz ilk oyunumuzu Zorlu'da yaptık. 17 yaşında bir kızımız oyun sonrası 5 sayfa mektup yazdı. Oyunun hayatında neleri değiştirdiğini kaleme aldı. Artık negatif düşünce kalıplarından kurtulduğunu, gülmeye başladığını, ailesinin onun için ne kadar güzel şeyler yaptığını fark ettiğini anladığını söyleyedi. İlk oyuna gelenler bütün arkadaşlarım ikinci oyuna çocuklarıyla geldiler. Üçüncü oyuna Down Türkiy Down Sendromu Derneği geldi. O oyunda da ilginç şeyler oldu. Derneğin Başkanı Fery Hanım, "Benim bu dünyada dostlarıma verebileceğim en büyük armağan bu oyun" dedi. Dostları için özel bir oyun yapmak istedi. Gittik, Vakko'nun salonunda oynadık. Ben yıllardır seminer verdiğim için kimlere neyin ulaştığını biliyorum. Fakat, çocuklara ve gençlere bu derece ulaşabileceğimi tahmin edememiştim. Ben bir gece oyun süresince bir hafta uyumadım. Bir gece uyurken gece uyandım, "Ben bu oyunu çocuklara armağan ediyorum" dedim uyudum. Sonra bunu unuttum, ta ki o mektup gelene kadar. Benim artık seyircilerim çocuklar ve gençler. Down sendromlu çocuklar da oyundan sonra, "artık bedenimizi seveceğiz, kendimizi seveceğiz" dediler. Affetmek ve sadeleşmek üzerine de yoğun bir anlatımınız var. Mutluluk gibi affetmekte de problemliyiz. Nasıl başaracağız affetmeyi? Ben baba baskısı ve haksız yere yediğim dayak sonucu 12 yaşında yarım paket fare zehri içip intihara kalkıştım. Tek düşüncem babamdan intikam almaktı. Tabi ölmeyince kendi kendime "Salak! Ölmüş olacaktın" dedim. Babamı nasıl affettim biliyor musunuz? Bana aşıladığı kitap okuma sayesinde, kitaplarla affettim. Kitapta "affetmek, karşımızdakini cezalandırma ihtiyacından vazgeçip, kendimizi özgür bırakıp bedenimizi özgür bırakmak" diyordu. Ve "affedemediğiniz her kişi için elinizde 10 kilo patatesle dolaşın" diyordu. İki kişiyi affedemediğimizi, iki elimizde patates olduğunu düşünün. Zamanla patatesler gibi içimiz de çürümeye başlıyor. Başkasına kızıyoruz, kendimizi cezalandırıyor, hasta ediyoruz hatta. Bütün hastalıkların kökeni, duygu ve düşüncelerimiz. Cezalandırmak istediğimizin umrunda bile olmuyor. Yaşadığımız olayı değiştiremeyiz, ama duygusunu değiştirebiliriz. Geleceğimizin önünü açarız. Seçim bizim. Her şey bakış açımıza bağlı. Yunus'un dediği "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım" cümlesi çok önemli. Tanışmadığımız için oluyor tüm bunlar. Herkes birbirini yüzeysel tanıyor. Özellikle bu oyuna kimleri davet edersiniz? Ben sadece seyircinin söylediğini aktarayım. "Bu sahici, yaşanmış, eğlenceli, farkındalık yaratan bir terapi" diyorlar. Biz kendimizin farkında değiliz. Kendimize bir paçavra gibi davranıyoruz. Ben 'zor' kelimesini lugatımdan kaldırdım. Nasıl bir ekip var arkanızda? Dışarıda Hiçbir Şey Var, benim hayalimdi. Hayalimin ilk ortağı, genç bir oyuncu meslektaşım Ahmet Ayaz Yılmaz oldu. Bilkent mezunu ve yurtdışında iki sene müzikal okudu. Birleşmiş Milletler’e de yıllardır gençlik sağlığı ve insan haklarıyla ilgili seminerler veriyordu. AST Tiyatro'dan yetişen Ayaz, gerçek bir tiyatro adamı olan Onur Duru'yu video ve sahne tasarımımızı yapmak üzere hayalimize dahil etti. Kostüm tasarımını İlker Bilgi yaptı. Sahne amirliğini Ceyda Kafadar üstlendi. Kondüvitte Cem Okyay var. Afişimizi Elif Ergür tasarladı, fotoğrafları Taner Kuvat ile Serkan Çankaya çekti. Dış seslerde Merve Ünal, Onur Duru, Ayaz Yılmaz, organizasyonda Tarık Güvenç var. Işık tasarımımız Ümit Eşitmez’in. Oyunumuzda çalan ‘Hayat Sevince Güzel’ Selmi Andak’ın bestesi. Aranjesini Çağlar Kocatepe yaptı. Okuyan ise Neylan Özgüle. Şu anda, muhteşem bir ekiple çalışıyoruz diyebilirim.