Edebiyatımızın önemli ismi Latife Tekin, Notos’un 61’inci sayısında verdiği söyleşide, “Durup dururken yazı yazmıyor insan. Yazmak için bir derdinin olması lazım, normal olarak yaşamını sürdüremediğin için yazı yazıyorsun, bir yenilgiden sonra yazıyorsun” diyordu. Yazarın illa bir yenilgi hissetmesi gerekli mi değil mi tartışılır. Ancak bir derdinin olması gerekliliği tartışılmaz. Derdini satırlara taşımak, başka zihinlere girmeye çalışmak, derdi paylaşmak, belki derdi ‘demokratikleştirmek’ yazarın asıl meramı değil mi? Mesele, meramın, derdin nasıl anlatıldığı. Okurun zihninde kıvılcımlar yaratması. mugeiplikciSIRADAN VE MAKUL Edebiyat dünyası yakın zamanda dertlerimizi güçlü bir şekilde anlatan kitaplardan birisiyle tanıştı: Çok Özel İsimler. Müge İplikçi’nin Can Yayınları etiketiyle çıkan son öykü kitabı birbiriyle domino taşı gibi sıralanmış 29 başlıktan oluşuyor. İplikçi, kadınları, erkekleri, çocukları, ergenleri, kenti, taşrayı, geçmiş dönemleri, bugünü, inşaatları ve mahalleyi edebiyat arenasına taşıyıp dantel gibi işliyor. Sıradan ve yavan olmayı daha makul sayan insanların öyküleriyle karşı karşıyayız Çok Özel İsimler’de. Evet, hem çok özel, hem sıradan… Walter Benjamin’i hatırlatıyor bu hâl. Benjamin, Pasajlar’da, “Modern kahraman, aslında kahraman değildir. Kahramanı oynayan kişidir” der. Çok Özel İsimler’de de modern zamanların büyük dertlerinin, devasa günahlarının aslında o kadar sıradan olmadığı söz konusu. Bu derdin güçlü bir şekilde izahı da o temel soruyu canlandırıyor okurun zihninde: Edebiyat ne işe yarar? İyi bir edebiyat eserinin yaptığı gibi...
walterbenjamin Alman edebiyat düşünürü ve eleştirmen Walter Benjamin (1892-1940).
Geç dönem Türkiyesi’nin dertleri çok. Saymakla bitmez. Fillerle çimenin ilişkisi gibi. Eserin meramı da bu. Tüm bu dertler altında ezilenlerin hayatla bağı, mücadelesi, birbiriyle temas edenlerin hayatı nasıl ördüğü. O örülen hayatın/hayatların bilinmezliği… Peki, hep böyle miydi? İplikçi, daha ilk satırlarda “böyleydi” diyor: “Bir sakız falından dökülen sözcükler kadar bile hükmümüz yok, o ayrı. Her zaman böyle miydi? Korkarım, her zaman böyleydi.” Böyleydi belki de. Ancak hep böyle mi sürmesi gerekiyor? Bir değişim gerçekleşemez mi? Simitçi İrfan, bilgece bir tavır takınıp zorla bir düzine simit satmaya çalıştığı kadına “Bu dünyada insan bugüne kadar neyi değiştirebilmiştir?” diye sorduğunda “Hiçbir şeyi” cevabını veriyor. İplikçi’nin satırlarında biraz da kötülüğün sıradanlığıyla karşılaşıyoruz. Biraz da umutsuzlukla. İSTANBUL ESKİDEN DE UMURSAMAZDI O umutsuzluk içerisinde para kazanmak için Kars’tan İstanbul’a gelip inşaattan düşen ve üniversite hayalleriyle birlikte hayatını da kaybeden Bilal de var. Birbirini aldatan ve artık sevmeyen Yüksel ile Koray da… Bu üçlü arasındaki alaka da demli bir çay kadar sıcak. Çok Özel İsimler’de bu devranın eskiden de aynı olduğu çok sıkça dile getiriliyor. İstanbul mesela, eskiden aynıydı. Bu büyük ve gizemli kent önceden de umursamazdı diyor İplikçi’nin karakterleri. İplikçi, birçok anlatım biçimini seçmiş bu özel öyküde. Kimi zaman geçmişin döndürüyor okuyucu, kimi zaman bugüne taşıyor. Zamanlar içerisinde devamlı bir salınım olmasına rağmen, şahıslar arasında devamlı bir bağ var. Bazen de bu hikayeleri sesli dinlermiş gibi bir üsluba rastlanıyor. O zaman salınımları içerisinde pişmanlıklar, dram, trajedi ve azıcık da mizah var. Hayat nasıl ki, bir kategoriye sığdırılması imkansız bir şeyse, İplikçi de, karakterlerinin her haline ve duygu durumuna değerek, okuyucunun hayal dünyasını çalıştırmasına da yardımcı oluyor. mugeiplikciOHAL'DE SİVİL OLAMAMA SORUNU Eserde bugüne dair birçok anekdota karakterler üzerinden bakma şansına sahibiz. Ütü yaparak stresinden uzaklaşmaya çalışan Lupita gibi, kafasında bin bir tilkiyle çayını yudumlayan polis Leyla’nın sivil olamama sorunu OHAL ile şekilleniyor mesela. Kötülük üzerinden hayat bulan iktidar diline sahip yargı mensubunu okurken, “bugünden yarına gitmek için takatimiz kaldı mı” diye hayıflanıyoruz. Öldürülen, tecavüze uğrayan kadınlarla, iş cinayetine kurban giden erkeklerle, birbirlerini aldatan, yalandan kurulu bir terazinin dengesini muhafaza etmek isteyen orta sınıflarla, birbirlerinin dedikodusunu yapmayı günün en keyifli etkinliği olarak ifa eden mahallelilerle; bugünden yarına gidiyoruz belli belirsiz bir şekilde… Eser de bu gidişi duygusunu tahkim ediyor başarılı bir şekilde. Güncel sorunları tartışırken, satırlara dökmek büyük bir maharet isteyen bir iş. Sanatçıya bahşedilmiş özel bir yetenek. Çağın kahramanı ise her yerde ölüm saçan, yaşamı güç üzerine inşa eden, büyük anlatılara yüz çevirip ahlaksız ahlakı evrenselleştiren “kitsch-insan”. Buradan bize ne kalıyor öyleyse? “Unutuş” kalıyor İplikçi’ye göre: “İnsanlar gelir geçer ama unutuş kalır. Tarih de bunun üzerine yazılır zaten. Neredeyse aynı şekilde. İnsanlar yerler, değişse de.”