İzleyicileri nasıl bir gösteri bekliyor? Müzeyyen, 2 saatlik bir gösteri. Türkiye'nin müzik tarihine imza atmış, klasik Türk müziğiyle ilgili en büyük diva, en büyük isim olan Müzeyyen Senar'ın duygu dünyasının dile geleceği şeklinde özetleyebiliriz. Hayatında geçirdiği bazı süreçler var, orada yaşadığı duygular aslında benim daha çok ilgimi çekiyor. Belgesel niteliğindeki bilgilerden ziyade, onun iç dünyasında bütün hikayenin nasıl tezahür ettiğiyle ilgileniyorum. Bu, sahnede olduğum süre içerisinde, bütün hikayelerin, Müzeyyen'de yansıyan duygularıyla bir şekilde empati kuruyorum. Bunu da şarkılarıyla beziyorum. sevvalsam5Tek başına ayakta kalma tabirinin vücut bulmuş hali gibi Müzeyyen Senar. Çok güçlü bir figür. Empati yaparken, sizi en çok etkileyen ne oldu Müzeyyen Senar'la ilgili?  Müzeyyen Senar'ın hayatı bu projeyi geliştirmeye itti. Özellikle Radi Dikici'nin 'Cumhuriyetin Divası' ve 'Müzeyyen Senar Efsanesi: O Bir Devdi, Bir Devirdi' kitaplarını okuduktan sonra bir şekilde bu hikayeyi sahneye koymam gerektiğini düşündüm. Çünkü, Müzeyyen Hanım'la kurduğumuz özel bir temas da vardı. Sek albümü çıktıktan sonra, Feraye Abla bir gün annemi aradı ve Müzeyyen Hanım'ın beni dinlediğini, herkese albümü hediye ettiğini, çok beğendiğini söyledi. Benim tabi ayaklarım yerden kesildi. Öncesinde, 2001 senesinde 2 yıl radyo programı yaptım. Bu radyo programı aynı zamanda benim Kalan Müzik'le tanışmama da vesile oldu. Radyoda çaldığım şarkılar, o dönemde henüz piyasaYA çıkmamış, insanlarla paylaşıma sunulmamış arşiv kayıtlarından ibaretti. Bütün taş plak ve radyo kayıtlarını çaldım. Aynı zamanda benim için eğitim süreciydi. O taş plak ve dönem tavrının sebebi de o iki senelik eğitim sürecimdi. Zannediyorum, Müzeyyen Hanım'ın hoşuna giden şey benim o dönemin şifrelerini bir şekilde o şarkılara yansıtabilmiş olmamdı. O dönemin gerçek şahidiydi o insanlar. Müzeyyen Senar bu işin duayeni idi. Ondan böyle bir iltifat almak, dersten 100 almak gibiydi. Yaptığım her proje, bir açıdan benim kendimi ifade etme ve yansıtma biçimim. Aslında, acaba beğeniler mi, beğenmezler mi diye bir kaygıyla girmiyorum hiçbir projeye. Özellikle de müzikte. İlk başta 'Acaba bu kızın kafası mı karışık' dedikleri zaman da umrumda değildi, çünkü içimden türkü söylemek geldiğin türkü, alaturka söylemek geldiğinde alaturka, tango söylemek geldiğinde tango söylüyordum. Hâlâ da öyle aslında. Yine de özellikle alaturka, çok daha doğru söylenmesi gereken bir müzik olduğu için, fazla yorum yapılacak bir tarz değil. Duygunuzu nasıl ortaya koyduğunuz, o şarkıların hakkını vermeniz önemli. Çok fazla yorum yapmaya kalkarsanız şarkıları da yorabilirsiniz. Öze vakıf olmak gerekiyordu. Bu anlamdaki rehberlerim hep dönemin gerçek şahitleriydi, başta da Müzeyyen Senar vardı. Bu projeyi hayata geçirmeye karar verdiğimde, ondan dinlediğim hep eski kayıtlardan repertuvar çıkarttım. Benim Sek ve İki Tek'teki müzik direktörüm Fahrettin Yarkın, benim aynı zamanda yol arkadaşım bu anlamda. Bu projede, bizimle birlikte canlı olarak çalacak beş müzisyenle beni bir araya getirdi. Beşi de yaşarken, Müzeyyen'le çalmış isimler. Benim için çok kıymetli, çünkü onlar da o döneme şahit olmuşlar. Müzeyyen'i çok yakından tanıyorlar, onun duygusunu çok iyi biliyorlar. 'Artık onlar gibi söyleyen solist kalmadı' diye hüzünlenen iyi müzisyenler... Onlar için de bir nefes alma imkanı sağlıyor bu gösteri değil mi? Tabii, onlara da bir can kattığını düşünüyorum bu projenin. 'İKİMİZDE BAŞINA BUYRUĞUZ' Müzeyyen Senar'ın karakteriyle, sizin karakteriniz arasındaki benzerlikler neler? Başına buyruk olma hali çok benziyor. İçinden geldiği gibi yaşama, şarkı söyler gibi yaşama hali, müzikle kurduğu ilişkide dürüst olması benziyor. Ben de bu hassasiyeti gösterdiğimi düşünüyorum. Bana yakışmayan, içimde hissetmediğim hiçbir şarkıyı söylemiyorum. En fazla 'kırmayayım diye söyleyeyim' diyebileceğim şarkı olabilir ama eğer o şarkıyı kendim için söylüyorsam ve hissetmiyorsam, onu söyleyemiyorum zaten. Hayata karşı duruşta gösterdiği cesaret... O, 15 sene teknede yaşamış, bir gün her şeyden sıkılıp. Ben tabii o kadar büyük bir cesaret belki göstermemiş olabilirim ama bir dönem ben de karavanda yaşadım. Oğlumun okul dönemi başladığında tekrar düzen kurma ihtiyacı içerisine girdim. Hayalimde gerçekten bir karavanda yaşamak var. Belli bir dönem sonra muhtemelen karavanda yaşayacağım. Mülklerden kurtulup, kendimi el frenini nerede çekeceksem oraya atacağım. Parayla, insanlarla olan ilişkisine dair çok benzerlikler görüyorum. Radi Bey'in kitabını hem şaşkınlıkla hem hayranlıkla okudum. Ben genç kızken herkes pop müzik dinlerdi, ben onun kayıtları peşinde koşuyordum. Bir arkadaşım bana 1954 kaydını vermişti ve o şarkıları nasıl yuttum, anlatamam. Deli gibi dinliyordum. Zaten, Sek ve İki Tek albümünde söylediğim şarkıların bir kısmı da Müzeyyen Hanım'dan dinleyip aşık olduklarımdı. Herkesin bilmediği bazı şarkılar var orada. Benim kenardan köşeden, keşfedip, çıkardığım... Aynı duyguya kapıldığım... Müzeyyen projesindeki repertuvarda onun farklı dönemlerini simgeleyen ve taş plaklara okumuş olduğu, insanların bildiği, ondan dinlemeyi sevdiği şarkılar yer alıyor. Bilmedikleri klasik eserler de var... sevvalsam3 Kaç şarkı söyleyeceksiniz? 15-16 tane söyleyeceğiz. O hikayeleri anlatırken. Ben aslında burada Müzeyyen'i canlandırmıyorum, bir hikaye anlatıcılığı yapıyorum. Şarkıları da Şevval olarak söylüyorum. Çünkü onun bir vasiyeti var. Müzikalde de bun dile getiriyoruz. Ona Safiye Ayla'nın verdiği öğüt. Safiye Ayla, 'Şarkı söylerken kimseyi taklit etme, kendin ol' demiş. Ben de orada Şevval olarak söylüyorum, bu muhtemelen Müzeyyen Hanım'ın hoşuna gidecek bir şeydi. Ama ondan, duygusal olarak çok etkilendiğimi de söyleyebilirim. Bu hikayeleri anlatırken, onun duygusuna bürünüyorum. Onun ağzındanmış gibi anlatıyorum. Bunları kostümlerle destekliyoruz. Engin Alkan bunun rejisini yapıyor. Kostümleri Esra Başıbüyük yapıyor. Müzik direktörlüğünü Fahrettin Yarkın üstleniyor. Kerki Prodüksiyon ve Solfej ortaklığı da prodüksiyonu yapıyor. Proje yürütücülüğünü Harun Belenkoğulları yapıyor. Hepsi benim yol arkadaşım oldu. Başta böyle hayal etmemiştim. Ama işin içine bu insanlar girince proje gelişti, daha da büyüdü. Belgesel gibi olsun istemiyordum. Gerçekten de bambaşka bir duygu akışı oldu. Metinleri de edebiyatımızın önemli isimlerinden Figen Şakacı kaleme aldı... Figen Şakacı, çok eski arkadaşım. Birlikte hayat içerisinde büyüdüğüm bir arkadaşım. Onun duygusunu çok iyi bildiğim için, o da beni çok iyi tanıdığı için onun yazmasını istedim. 'Haydi Figen, bu işi yapıyoruz' dedim ve yola çıktık. Müzeyyen Hanım'ın parçalarından en çok hangisini yorumlamaktan keyif alıyorsunuz?  Aslında buraya koyamadığım çok şarkı var. Buraya koyduklarımın hepsini çok severek söylüyorum. Arada Müzeyyen'den dinlediğimiz, aşina olduğumuz türküler var. Onun duygusuna girdiğim anda zaten hepsinden keyif alıyorum. ATATÜRK'E BORÇLU Gösteride Müzeyyen Senar'ın Mustafa Kemal Atatürk'le olan karşılaşması da anlatılıyor mu? Evet, anlatıyoruz. O heyecanı, o gözünün içine bakamaması, kendisini bu anlamda çok özel hissetmesi... 17 yaşında henüz. Aslında, bir müslüman Türk kadını olarak, ona verilmiş hediyeyi insanlarla paylaşabilmesini Atatürk'e borçlu. Şarkı söylemek suretiyle Atatürk'e olan borcunu da ödemiş oluyor. O tatlı heyecanı var. Hep bir duygu takibi yapıyoruz, hikayeler içerisinde. Onunla ilgili belgeseller yapılmış. Oralarda zaten nerede doğduğu, ne yaptığı var. Ama gerçek anlamda iç dünyası, kendisini ifade ettiği bölümlerde var.
  KORKULARIMDAN KURTULMAYA ÇALIŞIYORUM Müzeyyen Senar aynı zamanda Cumhuriyet'in de sembolü. Eline kadehin çok yakıştığı bir isim. Artık insanlar kadeh tutmakta zorlanıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?  Rakı özellikle... Rakı içkidir diyene kadar önüne koymamız gereken başka şeyler var. Rakı, kültürdür, muhabbettir, kalp mühürlerinin açılmasıdır, çilingirdir, insanların içinde ifade edemediklerini çözen, duygularını açığa çıkaran araçtır. Sosyal birlikteliktir. Bunu ağzıyla içmeyenler için söylemiyorum. Eğer bunun bir kültür olduğunu kabul edersek, onunla kuracağımız mesafeyi belirleyebiliriz. İçki, bir hamallık olduğu zaman zarar vericidir. Ama dünyadaki her şey böyle. Bilgisayar da böyle. Bazen bilgisayar ve televizyon, rakıdan çok daha tehlikeli bir hale dönüşebiliyor. İnsanın önce hayatı nasıl algıladığı, idrak ettiği, kendisini nasıl oluşturduğu, varlığını nasıl işlediğiyle alakalı. Eğer doğru yoldaysanız, sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz taktirde bizim için hiçbir şey zararlı değildir, tam tersi faydalı bir hale dönüşür. Bu her şey için geçerli. Ve doz çok önemli. Hayat bir denge ve doz üzerine kurulu. Ben yıllar önce doz üzerine düşünürdüm. Naif sorularımdan bir tanesiydi. 'Ama bir tek suyun fazlası zarar değil', der demez, karşıma çıkan ilk haber sudan zehirlenen ve ölen iki tane insanın haberiydi. Doğru soruları sorarsanız cevabı bir yerden geliyor. Sadece kitaplardan öğrendiğimiz bir şey değil. Hayatı okumak gerekiyor. İçkiyi de çok içerseniz zararlı, suyu da... Bir saat içerisinde 4 saat su içmiş bir insanın kanındaki tuz oranı düşüyor ve beyne kan gitmediği için ölüyor. Bu farkındalıkta olduğunuz zaman hiçbir şeyin size zarar vermesine izin vermezsiniz. Şimdi kafanıza taktığınız ve sorduğunuz sorular neler?  Eskiden bazı korkularım vardı. Şimdi o korkulardan kurtulmaya çalışıyorum. Korkular, karşınıza çıkan fırsatların tadına varmanızı engelleyen de bir şey. Şimdi yaptığım her şeyin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Müzik, oyunculuk, hayatı algılamak... Neyse tadını çıkararak, o bilgiye ulaşmak istiyorum. Her şey bir deneyim. Birtakım araçlar var kendi iç yolculuğunuzda. Müzik de, oyunculuk da, rakı da, bir travma da bir araç. Bunların farkına varıp, kafa patlatmak hep hayatımdaydı. Eskiden daha fazla acıyla ve travmalarla bilgiye ulaşıyordum. Şimdi bunun şeklini değiştirdim. Her şeyin bir deneyim olduğunu düşünüyorum. O, deneyimlerin artık benim için acı değil, daha tadını çıkaracağım unsurlardan oluşmasını arzu ediyorum. Dönem dönem sorduğum sorular oldu. Teorisini çözdüğüm bazı bilgiler oldu hayatla ilgili. Teoride çözdüklerinizi pratikte hayata geçirmek aslında daha zor. Kendi iç karışıklığınızı düzenlemeniz, pratikte yorucu bir şey. Ama onun için de biraz emek vermek gerekiyor. Aşka da, yaptığınız işe de, bedeninize de emek vermeniz lazım.  sevvalsam 'HER ŞEYİN SAHİBİYİZ' DÜŞÜNCESİ HASTALIKLI Bu yeni yıl mesajınızda "merhamet, empati, saygı yılı olsun" dediniz. Çok kaybettik herhalde bunları değil mi? Çok bilgi var aslında. Gerekli, gereksiz bilgi bombardımanı altındayız. Zaman hızlı akıyormuş gibi geliyor. Herkes her şeyden haberdar ve ortalık çok gürültülü. İnsanın biraz çekilmeye, bazen kaybolmaya, bazen yokmuş gibi hissetmeye ihtiyacı oluyor. Sürekli, 'Ben buradayım, ben buradayım' diye bağıran insanlar var etrafta. İnsanların bu telaşı esnasında, yanındakine, sevdiğine, bir hayvana ve tabiata emek vermeye vakti kalmıyor. Daha çok tüketim odaklı yaşadığımız için sürekli kendi ihtiyaçlarımızla meşgulüz. Her şeyin de sahibi olduğumuzu zannediyoruz. Bu aslında düzelmesi gereken hastalıklı bir algı. 'Sahip olmak' ya da 'ol'mak arasındaki fark... Evet, esas burada 'ol'mak haline emek verilmeli. Çünkü siz 'ol'duğunuz zaman bu tezahür ediyor ve insanlar fark edeceklerse, fark ediyor. Şu anda bizim nefsimizi tetikleyen çok unsur var etrafta. Hepsine sahip olmak istiyoruz. Bu kadar sahip olmak üzerine vakit kaybettiğimiz bir yerde, 'Zaten her şey benim olmalı' diye baktığınızda, 'Ben bu dünyanın sahibi değilim, bu dünyanın bir parçasıyım. Benim kadar onun da yaşam hakkı var' demeye fırsatınız olmuyor. Hep almak üzerine kurulu oluyor o zaman. Öyle olduğunda doz aşımına dönüşüyor ve denge bozuluyor. Almak kadar vermek de var bu hayatta. BU İSİMLER BAZI BEDELLER ÖDEDİ En sevilen sanatçılar diye araştırma yapıldığında genellikle Müzeyyen Senar, Barış Manço gibi hayata gözlerini yummuş insanların adları söyleniyor. Hepsinin ortak noktası da güçlü bir duruşa sahip olmaları. Siz de öyle bir duruşa sahipsiniz. Şimdilerde bu kadar baskın karakterler yok gibi. Bu duruşa karşı, toplumun teveccühünü nasıl değerlendiriyorsunuz?   Çünkü insanlar bedel ödemek istemiyorlar. Bütün bu duruşa sahip olan insanlar, belli bir bedel ödemiş insanlar. Mesela, Müzeyyen denilince akla başka kimse gelmiyor. O isim bir imza. Ama cumhuriyet döneminin başlarında, hâlâ insanlar bir kadının şarkı söylemesini yadırgıyorlar. 'Şarkıcı' denilince, hafif meşrep gibi algılanıyor. Sanatla olan ilişki, bu tanrısal enerjiyle kurulan temas gibi bir bilinç yok. 'Rağmen' çıkıp şarkı söyleyip, bunun bedellerini ödemiş, bundan korkmamış bir insan da sonunda bu noktaya geliyor. Bütün o süreçleri göğüslüyor ve alkışlanıyor, hiçbir zaman unutulmuyor. Siz de bazı bedelleri göğüslüyorsunuz...  Bedel ödemeden hiçbir şey olmuyor. Diğeri de çok kolay. Kolay yolu da seçebilirsiniz. Artık bedel ödemek istemiyorum. Buradan öğrendiğim bir bilgi var. Duruşumda bir değişiklik yok. Ama bugün kurulan cümlelerin içeriğine kafa patlatan insanlar çok yok. Neyi neden söylediğimi, bir cümleyle anlatmayı becerdiğim gün, böyle bir kaygı yaşamayacağım. Hâlâ bir cümleyle anlatamıyorum. Bir paragraf konuşmam lazım. Umarım, o kadar sadeleşebilirim. Belki de bugünkü konu başlıklarımdan bir tanesi bu olur. sevvalsam2 Sadeleşmemize izin verirlerse...  Ben kimseden icazet beklemiyorum. Hayatımda hiçbir işte icazet beklemedim. Etrafımda, başıma gelen sıkıntılı süreçlerde, benim için kaygılanan çok insan vardı. Ben niyetimi çok iyi biliyorum. Evet, ben barışçı bir insanım, anneyim, şefkatli bir insanım, her türlü ayrımcılığa karşıyım. Bu zaten benim yaptığım işe de yansıyor. Farklı müzik tarzlarını icra ederken, hepsini iyi ya da kötü örnek olarak ayırıyorum. Arabesk albümü benim için bir tez çalışmasıydı. Sınıfsal üstbakışa olan bir tepkidir. Bununla ilgili belgeseller izledim, kitaplar okudum, insanlarla konuştum. O albümde bir sosyolojik metin de vardır. Kaldı ki ben meslek lisesi mezunuyum. Bütün arkadaşlarım arabesk dinlerdi. Ama gençliğimde de bu sınıf ayrımı hassasiyetini yaşıyordum. Koleje gitmek yerine meslek lisesine gitmeyi seçtim. Hayatımın en eğlenceli dönemlerinden bir tanesiydi. Hâlâ birtakım etkilerini yaşıyorum. İnsanları toplumsal altyapılarına göre ayırt etmektense, niyetlerine ve emeklerine göre değerlendiriyorum. Konu başlıklarından bir tanesi de yargılarımdan kurtulmak. Herkesin geldiği, seçemediği bir kaynak var. Oradan insanlar kendilerini bir şeye dönüştürüyorlar. Ben daha elit bir şeyler yapıp da sunabilirim. Benim için, benle alakası olmayan insanlara ulaşmak da önemli. Onu da seviyorum. Karadenizli değilim ama Karadeniz albümü yaptım. Orada Kazım Koyuncu'nun da çok büyük etkisi var. O insanlarla ortak bir dil kurduğumu düşünüyorum. Bu kadar farklılık olmasa insanlar arasında, farklı coğrafyalar, farklı kültürler, müzikler, ağaçlar, iklimler olmasa burası yaşanacak bir yer olmaz ki. Her şeyi tek tipleştirmeye çalışmanın anlamı yok. Mülkiyetlerle ilgili konu başlığım var. Mülklerden hafiflemek istiyorum. Küçülmek, azalmak, dünyevi yüklerden hafiflemek istiyorum. KÖTÜ DE MÜTHİŞ BİR ÖĞRETMEN Bundan sonra başka projeler var mı? Dile getirilecek çok duygu, anlatılacak çok hikaye, söylenecek çok şarkı, altı çizilecek çok konu var. Bu işin sonu yok. Hayatı zaten yaptığı işlerle keşfetme eğilimde olan biriyim. Hayatı keşfetme süreci ölene kadar bitmeyecek. Hep müzmin bir öğrenci halindeyim. Etraf, bilgi dolu. Her yerde var... Ağacın kabuğunda, karıncanın yürüyüşünde, güneşin doğmasında, ayın batmasında, birinin egosunda, birinin iyiliğinde... Hep iyi şeylerden öğreniyoruz diye bir şey yok. Kötü de müthiş bir öğretmen. Her tarafta çok bilgi var. Yeter ki hayatı okuma eğiliminde olsun insan...