1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı'nda alınan bir kararla 5 Haziran, Dünya Çevre Günü olarak kabul edildi. Her sene 5 Haziran'da çevre kirliliğine dikkat çekmek ve dünyada doğal hayatı ve doğal kaynakları korumaya yönelik alınması gereken önlemleri tartışmak adına etkinlikler düzenleniyor. 1992 yılından beri de Türkiye'de erozyon ve çölleşme tehlikesine dikkat çekmek amacıyla TEMA Vakfı pek çok projeye imza atıyor. Bu sene Dünya Çevre Günü’nde tüm Türkiye’yi doğal varlıkları korumaya çağıran TEMA Vakfı, Türkiye'nin karşı karşıya olduğu tehlikeleri ve alınması gereken önlemleri sıraladı. tema İŞTE TEMA VAKFI'NIN 5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ AÇIKLAMASI Parçası olduğun doğa için harekete geç Birleşmiş Milletler tarafından her yıl 5 Haziran’da kutlanan Dünya Çevre Günü’nde TEMA Vakfı tüm Türkiye’yi doğal varlıkları korumaya çağırdı. TEMA Vakfı tarafından yapılan açıklamada “Bugün yalnızca ülkemiz değil, yaşam mucizesinin evi olan gezegenimiz insan kaynaklı tehditler altında. Karamsarlık için bile vaktimiz yok. Hepimiz hemen şimdi doğal varlıkları korumak için harekete geçmeliyiz. Türkiye’yi ve gezegenimizi korumak için kolları sıvamalıyız. Türkiye’de pek çok noktada, ekonomik kalkınma niyetiyle doğal varlıkların ikinci plana atıldığını üzülerek görüyoruz. Oysa, yaşamımızı sürdürebilmemiz ancak ve ancak doğal varlıkların korunmasına bağlıdır. Biz insanlar doğanın sahibi değil, yalnızca bir parçasıyız. TEMA Vakfı olarak 5 Haziran Dünya Çevre Günü'nde herkesi sürdürülebilir yaşam için doğanın bir parçası olmaya davet ediyoruz. Bununla birlikte karar vericileri de Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne uyumlu politikalar üretmeye çağırıyoruz” denildi. TEMA Vakfı açıklamasında doğal varlıkları tehdit eden şu noktalara dikkat çekildi: orman İklim değişikliği yüzünden çok sayıda tür yok olacak Gezegenimiz iklim değişikliği tehdidi altında. Suriye'de 2006 sonrası yaşanan iklim değişikliğine bağlı kuraklıklar nedeniyle yaklaşık 1,5 milyon insan kırsaldan şehirlere göç etmek zorunda kaldı. İklim değişikliklerinin etkilerini ektiği buğday daha tane vermeden kuruduğu için tarlada bırakan üreticinin çaresizliğinde görebiliriz. Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölgede %25'lere varan verim kayıpları yaşanıyor. Bunun sonucu yoksulların daha da yoksullaşması. İklim değişikliği ile birlikte; azalan yağış miktarları nedeniyle tatlı su varlıklarının hem niceliği hem de niteliği düşecek ve bu durum su güvenliği sorununa yol açacaktır. Sıcaklık artışları ve aşırı hava olayları nedeniyle tarımsal üretim düşecek ve bu durum artan yiyecek talebi ile birleştiğinde küresel ve bölgesel olarak gıda güvenliğine ilişkin büyük riskler oluşacaktır. Ayrıca, sıcaklık artışı, yüksek nem oranları, aşırı hava olayları ve benzeri etkiler nedeniyle, özellikle az gelişmiş ülkelerde, insan sağlığı kötü yönde etkilenecek, hastalık görülme sıklıklarında artışlar yaşanacaktır. Tüm bunların sonucunda da, iklim değişikliği ve beraberinde ekosistem üzerine getirdiği baskı unsurları nedeniyle 21. yüzyıl içinde çok sayıda canlı türü yok olacak ya da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Türkiye'nin yüzde 48'i erozyon tehlikesi ile karşı karşıya Ormanlar sadece bir ağaç topluluğu değil, içerisinde çok sayıda canlının beraber yaşadığı, çevre koşullarıyla canlılar arasında etkileşimin bulunduğu bir ekosistem. Ormanları korumak ağaçlarla birlikte ormanda yaşayan binlerce canlı türünün yaşam alanlarına ve yaşamlarına sahip çıkmak anlamına geliyor. Türkiye'nin toplam 21.5 milyon hektar orman alanının yüzde 48'i erozyona maruz kalıyor ve topraklar yok oluyor. Resmi verilere göre Türkiye’de orman kaybı görülmüyor. Fakat 2015 yılında dünyada yaklaşık 4000 hektar orman kaybedildi. 2/B uygulamaları ile Orman Kanunu’nun 16.,17.,18. Maddeleri gibi yasal mevzuatın uygulanması, ormansızlaşma ve orman alanlarının tahribatı gibi sonuçlara neden olmuştur. Şimdiye kadar 2/B uygulaması ile 473.420 hektar alan orman rejimi dışına çıkarılmış, Orman Kanunu’nun söz konusu maddeleri ile 2013 sonuna kadar 414.222 hektar ormanlık alanda madencilik, ulaşım, enerji, haberleşme, atık yönetimi ve benzeri amaçlı tesisler için izin verilmiştir. Ormanların sürdürülebilir yönetimi ve korunması için Türkiye’de sayısı 7 milyonu bulan orman köylülerinin kalkındırılması da önemlidir. SU Su kıtlığı kapıda 2050 yılında dünya nüfusu 9 milyarı geçecek. 2025’ten itibaren 1.8 milyardan fazla insanın su kıtlığına maruz kalacağı tahmin ediliyor. Hala dünyada su tüketiminin %71’i, Türkiye’de ise %73’ü tarım sektöründe gerçekleşiyor. 2050 yılına kadar Fırat-Dicle Havzası’nda %10, Akdeniz Bölgesi Havzaları’nda %37, Konya Havzası’nda ise %70 oranında azalma olabileceği ön görülüyor. 1995 yılında dünyada 253 milyon hektar alanda, 2010 yılında ise 290 milyon hektar alanda sulamalı tarım yapıldı. 2025 yılında sulamalı tarım yapılan alanın 330 milyon hektara ulaşması bekleniyor. Artan sulamalı tarımla birlikte 2050 yılına kadar tarımın ihtiyacı olan su miktarı yüzde 19 oranında artacaktır. İklim değişikliği nedeniyle Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgede ortalama yağışlar azalıyor ve kuraklıkların sıklığı ve yoğunluğu artıyor. Türkiye'nin iklim değişikliğinin su varlıkları etkisine kırılganlığı çok yüksek. Hem tarım, gıda, hayvancılık alanlarında hem de şehirlerimizdeki su kıtlığı riski giderek artıyor. Bu alanda iklim değişikliği etkilerine uyum çalışmalarının acil bir şekilde önceliklendirilmesi gerekiyor. Kirlilik, azalma ve erişim tehditleri TEMA Vakfı’nın Türkiye genelinde temsilcileri ve gönüllülerinin katkılarıyla hazırladığı “81 İlde Su Varlıklarına Yönelik Tehditler” haritasına göre 37 ilde tespit edilen 72 tehdit var. Bu tehditler su varlığının niteliğine yönelik, su varlığının miktarına yönelik ve su varlığına erişime engel olacak tehditler olarak 3 kategoriye ayrılıyor. Tehditlerin öne çıkan sebepleri arasında endüstriyel faaliyetler, havzalar arası su transferleri ve barajlar/HES’ler bulunuyor. Su Kanunu Türkiye'de suya dair 40’ı aşkın yasal düzenleme bulunuyor. Günümüzde su varlıklarımızın karşı karşıya kaldığı tehditlerle birlikte nüfus artışı ve iklim değişikliği kaynaklı sorunlar yüzünden; suyu bilinçsizce tüketilecek bir kaynak değil korunması gereken bir doğal varlık olarak kabul eden, suyun sadece insanların değil, tüm canlıların yaşamı için sahip olduğu hayati önemi tanıyan, öncelikle suyu korumayı ve su varlıklarını havza bazında geliştirmeyi, katılımcı ve şeffaf bir anlayışla yönetmeyi hedefleyen bir Su Kanunu’na ihtiyacımız var. Türkiye’de üstün ekosistem yararını koruyacak nitelikteki bir Su Kanunu çıkarılmasının önemine bir kez daha dikkat çekiyoruz. Hava kirliliği sınırı 41 ilde aşıldı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2016 verilerine göre dünyada şehirlerde yaşayan nüfusun %80’inden fazlası temiz hava soluyamıyor. Türkiye’de hava kirliliğinin kabul edilebilir sınırı 2015’te 81 ilin 41'inde aşıldı. En yüksek düzeyde hava kirliliği görülen 3 il Aksaray, Ağrı ve Muş oldu. DSÖ’nün hava kalitesi limiti dikkate alınarak yapılan değerlendirmede sadece Çankırı’daki değerlerin limitin altında olduğu görüldü. Türkiye’de bir an önce hava kirliliğini önleme konusunda adım atılması ve hava kirleticileri için DSÖ tarafından önerilen sınır değerlerin kullanılmasını sağlamak amacıyla yasal düzenleme yapılması gerekiyor. Tarım arazileri yok oluyor Birleşmiş Milletler’in belirlediği Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden bir tanesi olan Karasal Yaşam maddesi kapsamında yapılan araştırmalara göre 2,6 milyar insanın yaşamını sürdürmesi toprağa ve tarıma bağlı. Fakat bu toprağın yaklaşık %52’si toprak bozunumundan orta veya yüksek derecede etkilenmektedir. Kuraklık ve çölleşme her yıl 12 milyon hektar alanın kaybına (23 hektar/dakika) sebep oluyor. Türkiye’de ise toprak varlığımız başta erozyon ve amaç dışı kullanımlar olmak üzere hızla yitirilmektedir. Öncelikle toprak varlığımız korunmalı ve arazi kaynağı doğru kullanılmalıdır. Türkiye’nin tarım arazisi 2001 yılında 26,4 milyon hektar iken, 2014 yılında 24 milyon hektara gerilemiştir. 13 yılda 2,4 milyon hektar (tarım arazilerinin %9’u) tarım arazisi kaybedilmiştir. Gıda güvenliğinin sağlanması için tarımsal üretimin geliştirilmesi ve verimliliğinin arttırılması zorunluluktur. Tarım ve Gıda Güvenliği 1920’lerin başında arazilerimizin %56’sını oluşturan meraların oranı bugün %19’a gerilemiştir ve mevcut meralarımızın %70’inde bitki örtüsü zayıf ve verimsizdir. Diğer yandan Türkiye’de 2020 yılında 5 milyon nüfus artışı olacağı tahmin edilmektedir. Eklenen nüfus için beslenmede en önemli kısmı tutan tahıl üretimi dikkate alındığında üretimimizin 1 milyon ton artması gerekecektir. Bu durum, eğer verimlilik artışı sağlanamazsa, yaklaşık 400.000 hektar tarım alanına daha ihtiyaç duyulacağı anlamına gelmektedir. Öngörülen ihtiyaçlar dikkate alındığında, tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının engellenmesi için 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun öngördüğü şekilde Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Planları’nın hazırlanması; tarımsal potansiyeli yüksek büyük ovaların tarımsal koruma alanı ilan edilmesi; toprağın sürdürülebilir yönetimi; toprak koruma ve erozyonla mücadele tedbirlerinin desteklenmesi gereklidir. Tarım alanları gibi meraların da amaç dışı kullanımına son verilmeli, hayvancılığın gelişmesi, biyolojik çeşitliliğin ve toprağın korunmasına hizmet edecek şekilde "sürdürülebilir mera yönetimi" hayata geçirilmelidir. Ayrıca bitkisel üretimin büyük ölçüde aile işletmeleri tarafından karşılandığı ülkemizde aile çiftçiliğinin desteklenmesi, hem gıda güvenliğinin sağlanması hem de tarımsal biyolojik çeşitliliğin korunması açısından kritik önemdedir. Biyoçeşitlilik Ülkemizde ve dünyada öncelikle yaşamı tehlikede olan ve endemik türleri olmak üzere bütün doğal varlıkları koruyarak, onların gelecekte varlığını sürdürmesine katkıda bulunmalıyız. İnsanlar tarafından ekolojik dengelere verilen zarar, ekosistem tahribatları ve doğal varlıkların tüketilmesi gelecek nesillerin yaşam haklarının elinden alınması anlamına gelmektedir. Türkiye biyolojik çeşitlilik açısından çok zengin, ancak var olan 12.000 bitki türünden 1.400’ü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. KALKINMA VE ENERJİ POLİTİKALARI Kömürlü termik santraller Türkiye ilkim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz çanağında yer alıyor. Nisan ayında New York’ta imzalanan Paris Anlaşması ile ülkeler iklim değişikliğini 1,5 oC altında tutmak için harekete geçeceklerine söz verdiler. Paris Anlaşması sonrasında küresel kapsamda karbonsuz ekonomilere dair ilerlemeler kaydedilirken ülkemiz enerji üretim politikası fosil yakıtlara olan odağını kaybetmiyor. Türkiye’de 80’e yakın kömürlü termik santral yapılması planlanıyor. Konya, Karaman, Dinar ve Ergene gibi pek çok tarım havzamız kömür ocağına dönüşebilir. Kömür yakıldıktan sonra ortaya çıkan gazlar iklim değişikliğini tetikliyor. İklim değişikliği kuraklık ve ani hava olaylarına sebep olduğu için tarımsal üretim ve verimi olumsuz etkiliyor. Bu durum gıda güvenliğinin yanı sıra gıda fiyatlarının artmasına da yol açıyor. 22 Nisan’da aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 195 devlet iklim değişikliği ile mücadele etmek için Paris Anlaşması’nı imzaladı. Paris Anlaşması’ndan sonra kömür çağı bitti diyebiliriz. Türkiye’de yenilenebilir kaynaklara yönelmeli, fosil yakıtlardan bir an önce vazgeçmeli. Planlanan 80 yeni termik santralin üretime geçmesi durumunda, sera gazı emisyonlarının artmasıyla birlikte sağlık, işgücü, tarımsal verim kaybı gibi ciddi maliyetlerle karşı karşıya kalacağız. Madencilik Türkiye’nin üstü altından daha değerli. Bununla birlikte Artvin’den İzmir’e kadar pek çok noktada madencilik faaliyetleri yapılması planlanıyor. Madenciliğin sağlayacağı katma değer hesabı yapılırken, sağlık harcamaları yükü, işgücü kaybı, tarım alanlarındaki verim ile doğal ekosistem hizmetlerinde görülen kayıplar da dikkate alınarak, gerçek maliyeti doğru olarak hesaplanmalıdır. Madencilik faaliyetleri, özellikle de açık işletme yöntemiyle yapılıyorsa, çalışılan sahalarda çok ciddi topoğrafya, jeolojik yapı, su rejimi ve peyzaj değişikliklerine neden olmakta ve çevredeki bitki örtüsünün tahrip olmasına yol açmaktadır. Yeraltı sahalarının ise özellikle su ve su ekosistemleri üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Maden çıkarma sırasında yaşanan sorunların yanı sıra bir de ayrıştırma ve işleme sırasında kullanılan metotların neden olduğu çevre sorunları vardır. Özellikle metal cevheri çıkarılan madenlerde çok miktarda su tüketimi yapılmakta, maden cevherleri siyanür vb. zehirli kimyasallar kullanılarak ayrıştırılmakta, atık sular ise açık havuzlarda depolanmaktadır. Ülkenin genelinde yaygın olan taş, kum ve çakıl işletmeleri için ormanlık alandan çıkarılması gerektiği konusunda zorunluluğun kanıtlanmasını ve üstün kamu yararı ilkesinin hayata sokulmasını sağlayacak mevzuat düzenlemeleri yapılmalıdır. Hem çıkarılma hem de işleme/yakılma sırasında çevreye çok fazla zarar veren kömür madenciliğine verilen destekler kaldırılmalı, özellikle düşük kalorili kömürler toprak altında bırakılmalıdır.